Kütüphanemiz

Sitemizde bulunan yayınları online ücretsiz okuyabilirsiniz.

İptal
Filtreler
Göre Sırala

MAKALE DETAY

Risâle-i Nûr'un hocası Risâle-i Nûr mudur?

Risâle-i Nûr'un hocası Risâle-i Nûr mudur?

Gizli zındıka komitesi, Üstâd Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerinin, “Risâle-i Nûr’un hocası, Risâle-i Nûr’dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almaya ihtiyâc bırakmıyor” gibi cümlelerini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl etmektedir. Bu ikinci mes’elede, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin bu cümlelerinin şerh ve îzáhını yapacağız.

Evvelâ: Bir mukaddime zikredilecektir. Mukaddime on bir esâstır.

Birinci Esâs: Risâle-i Nûr’un cümleleri, başta Kur’ân, Hadîs, Usûl-i Fıkıh, Usûl-i Kelâm, Tasavvuf, Arabca, Bedî‘, Beyân, Meánî, Belâğat, Mantık ve Münâzara gibi pek çok ulûm-i dîniyyenin düstûr ve káidelerine göre kurulmuştur. Bu ilimleri, husúsan ulûm-i Arabîyi bilmeyen, Risâle-i Nûr’u hakkıyla anlayamaz.

Demek, Risâle-i Nûr’daki cümleler, Kur’ân, Hadîs, Tefsîr, Usûl-i Fıkıh, Usûl-i Kelâm, Tasavvuf, Arabca, Bedî‘, Beyân, Meánî, Belâğat, Mantık ve Münâzara gibi ilimlere göre tanzím edilmiştir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, Risâle-i Nûr eserlerini yazdığı sırada doksan cild kitâbı ezbere biliyordu. Risâle-i Nûr eserlerini, hâfızasında bulunan o ilimlerin usûl ve esâslarına göre kaleme almıştır. Dolayısıyla, o ilimler bilinmeden müellif (ra)’ın o cümlelerden murâdı ne olduğu tam anlaşılamaz. 

Meselâ: “Bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak, her şeyin Hálık’ına hás bir iştir.[40]

Bu cümle, hem yüzer âyetin hulâsasıdır; hem Hadîs, Tefsîr, Usûl-i Fıkıh, Usûl-i Kelâm, Tasavvuf, Arabca, Bedî‘, Beyân, Meánî, Belâğat, Mantık ve Münâzara gibi ilimlere göre tanzím edilmiş küllî bir kánûndur. Tahlîl edildiğinde, bu cümlenin mezkûr ilimlere muvâfık olarak tanzím edildiği görülecektir. 

Hem meselâ; “22. Söz”de geçen tevhîdin bürhânlarına ve lem‘alarına dikkat edilse; her bir cümlesinin Kur’ân, Hadîs, Tefsîr, Usûl-i Fıkıh, Usûl-i Kelâm, Tasavvuf, Arabca, Bedî‘, Beyân, Meánî, Belâğat, Mantık ve Münâzara gibi ilimlere muvâfık olarak kurulmuş olduğu görülecek ve ehl-i ilmin o cümlelerdeki belâğata karşı áciz kalacağı tebârüz edecektir.   

Hem meselâ; “Birinci Söz”de geçen, “Bismillah her hayrın başıdır.             Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübârek kelime İslâm nişânı olduğu gibi, bütün mevcûdâtın lisân-ı hâliyle vird-i zebânıdır cümleleri, Kur’ân, Hadîs ve fıkhın ölçülerine göre tanzím edilmiştir. Dolayısıyla, Kur’ân, Hadîs ve fıkhı bilmeyen, bu cümleleri tam anlayamaz. Zîrâ, Bismillah her hayrın başıdır cümlesi, hem âyet ve hadîs’in meâlidir; hem küllî bir káidedir; hem fıkhî bir mes’eledir; hem de Risâle-i Nûr’un fâtihâsı ve çekirdeğidir. Şöyle ki: 

Hayırlı bir işin başında besmele çekilmezse, o işin hayır ve bereketi gider. Zîrâ, besmele, cesedde baş mesâbesindedir. Nasıl baş olmazsa cesed yaşayamaz; hayırlı bir işin başında da besmele çekilmezse, o iş netîcesiz ve bereketsiz olur.

Hem bu cümle bildiriyor ki: Her hayırlı işin başında besmele çekilir, şerli işlerde ise besmele çekilmez. Şerli işlerde besmele çekmenin hükmü, mezheblere göre değişmektedir. Hattâ, şer bir işin başında besmele çekmenin insânı küfre kadar götüreceğini söyleyen álimler de vardır. 

Kezâ, “şu mübârek kelime İslâm nişânı olduğu gibi” ifâdesinde “İslâm nişânı” ta‘bîri geçiyor. Besmele-i Şerîfe, Hazret-i Âdem (as)’dan Resûl-i Ekrem (asm)’a kadar bütün peygamberlerin şerîatında mevcûddur ve şeáir-i İslâmiyyedendir. Resûl-i Ekrem (asm)’a hás bir ta‘bîr değildir. Meselâ; Kur’ân’ın ifâdesiyle Süleyman (as), Belkıs’a yazdığı mektûbunda şöyle buyurmuştur: 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ اَلاَّ تَعْلُوا عَلَىَّ وَاْتُونى مُسْلِمينَ

Rahmân ve Rahîm olan Elláh’ın adıyla başlarım. Bana karşı büyüklük taslamayın ve Müslümân olarak bana gelin! [41]

İşte, her bir cümlesi bu kadar ilimleri ve ma‘nâları ihtivâ eden bir eser, nasıl herkes tarafından kolay anlaşılabilir? Demek, bu ilimlerde mütehassıs veyâ bu ilimlerden haberdâr olmayan kimseler, Risâle-i Nûr’un cümlelerini hakíkí ma‘nâda anlayamazlar. Belki bu kimselerin anlayışları, Risâle-i Nûr’un kelimelerinin lügatlarını bilmek gibi nâkıs ve zayıf kalır; Risâle-i Nûr’un álî ve derin hakíkatlerine ve o cümlenin belâğatına aslâ vâsıl olamazlar. 

İkinci Esâs: Risâle-i Nûr’un hakíkatleri, Bedîuzzamân Hazretlerine ana dili olan Kürtçe lisânıyla ilhâm edilmiş; Üstâd Hazretleri, Kürtçe ilhâm olunan bu hakíkatleri Arabca dilinin Sarf ve Nahv káidelerine göre tanzím etmiş; daha sonra da Türkçeye tercüme etmiştir. Bütün bunlar, eser-i rahmet olarak bir ânda ve berâber vukú‘ bulmuştur. Dolayısıyla, Arabca dilinin káidelerini bilmeyen, Risâle-i Nûr’un cümlelerini tahlîl edemez ve asıl ma‘nâya tam vâkıf olamaz. Bu husústa Müellif (ra) şöyle buyuruyor: 

(Ben Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arabca yazıyorum.) Bu yüzden anlamayı zorlaştıran şu engeller çıkıyor: 

“1. (Matbaa-yi hayâldeki) bir matbaaya benzeyen hayâlimdeki (mütercim) kalbe Kürtçe gelen ma‘nâyı Arab gramerine ve Türk diline çevirmesi gereken beynimdeki cihâz (acemi; ya kalbin sözünü iyi anlamıyor) kalbime Kürtçe ilhâm olan hakíkati tam kavrayamıyor (veyâ) anlasa bile (lisânın diline âşinâ değildir.) Kürtçe gelen hakíkatı tercüme edeceği Türkçe dilini tam bilmiyor. 

“2. (Hem Türkçe’nin Sarf Nahvini) dilbilgisi káidelerini (bilmediğimden) Arabcanın Sarf Nahvini bildiğimden, (ma‘nâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor.) Türkçe ortaya çıkan cümleleri anlamak zorlaşıyor. Türk dilinin ve cümle yapısının Arabcaya göre tam ters olması, Arabcadan Türkçeye tercümeyi çok zorlaştırıyor. Kalbine Kürtçe gelen ma‘nâları önce Arabca gramere göre cümle kalıbına döktükten sonra, o káidelere ters olan Türkçe dilbilgisine çevirmeye çalışması, Bedîuzzamân Hazretlerinin Türkçe cümlelerini anlamayı zorlaştırıyor. O da mecbûren edat tekrârlarına başvuruyor. (Hattâ, “evet, işte, şimdi, hem de, zîrâ, olan, şu, bu” tekrârları, sizin gibi beni de usandırıyor.) Türkçedeki ifâde kısırlığı sebebiyle sıkça kullanılan edatlar, okuyucuyu olduğu gibi beni de usandırıyor. 

“3. (Başkasının tashîhine) düzeltmesine (de kat‘ıyyen râzı olamıyorum.) Düzeltmeye çalışanların Arabca Sarf Nahvi bilmemeleri yüzünden ma‘nâyı bozmaları sebebiyle başkasının tashîhine râzı olamıyorum. Bu yüzden sıkça edat tekrârına mecbûr kalmama rağmen eserime başkasının müdâhalesini istemiyorum. (Zîrâ, külâhıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hîç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor;) bana áid olmayan ma‘nâlar ortaya çıkıyor; (sözlerimden tevahhuş eder.) Tashîh edenin sözleri benim sözlerimden ürker, ma‘nâya yabancı kalır.”[42]

Üçüncü Esâs: Bedîuzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle: “Bir mes’ele-i îmâniyye yazıldığı zamân, iki yüz âyât-ı Kur’âniyye imdâda geliyor, ya‘nî gönderiliyor.” Demek, ekser mesâil, iki yüz âyetin tereşşuhâtıdır. (Haşir Risâlesi gibi.)

O hâlde, Risâle-i Nûr’da geçen mes’elelerin me’hazı olan âyât-ı Kur’âniyye bilinmezse, Risâle-i Nûr dahi tam anlaşılmaz. Öyle ise, Risâle-i Nûr’u okuyan bir şahıs, okuduğu mevzûun hangi âyetlerden süzülüp geldiğini bulup anlamalı ve o mevzûu o âyâtın tefsîri niyyetiyle okumalıdır. Bunu da yapamazsa, en azından okunan mevzú‘da geçen âyetin kısa bir meâlini bilmelidir.

 İşte, bir tek cümlesi iki yüz âyet-i Kur’âniyyenin hulâsası olan ve her bir cümlesi ulûm-i mütenevviaya göre tanzím edilen bir eseri basit ve ádî bir insânın sözü hâline getirmek, hatá-i azímdir; Bedîuzzamân Hazretlerine bir hakárettir. Elbette böyle acîb ve esrârlı bir eser müderrissiz olamaz, tek başına anlaşılamaz.

Evet, nasıl ki en basit bir kitâb, onu ders verecek bir muallim olmazsa anlaşılmaz bir kitâb ve ma‘nâsız bir kâğıttan ibâret kalır. Aynen bunun gibi, hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât ve îzáh eden ve her bir cümlesi yüzer âyâttan tereşşuh eden ve pek çok ilimlere göre kurulan Risâle-i Nûr gibi bir kitâb elbette muallimsiz ve müderrissiz olamaz.

Demek, Risâle-i Nûr’un hakkıyla anlaşılabilmesi için, bir muallime ve bir müderrise ihtiyâc vardır.

Dördüncü Esâs: Risâle-i Nûr, pek çok ilmi ihtivâ eden bir Kur’ân tefsîridir. Bu sebeble, Risâle-i Nûr eserlerinin hakkıyla anlaşılabilmesi için ulûm-i mütenevvianın bilinmesine ihtiyâc vardır. O ulûm-i mütenevviayı mücmelen dahi olsa bilmeyenler, Risâle-i Nûr’dan tam ma‘nâsıyla istifâde edemezler. Meselâ:

Yirmi Beşinci Söz”, yüzlerce âyâtın tefsîridir. Arabcayı bilmeyen; Beyân, Bedî‘, Meánî, Belâğat ve Münâzara gibi ilimlerden haberdâr olmayan kişinin bu risâleyi hakkıyla anlaması mümkün değildir.

Kezâ, “İşârâtü’l-İ‘câz” tefsîrini anlamak için Arabca, Bedî‘, Beyân, Meánî, Belâğat ve Münâzara ilimlerini bilmek gerekir. Bu ilimleri bilmeyenler ve bir müderrisin rahle-i tedrîsâtına oturmayanlar bu eseri nasıl anlayabilirler?

29. Söz”de “ukúl-i aşere” gibi felsefe ile alâkalı mevzú‘lar ve “dört matbah” gibi anatomi ilmiyle alâkalı bilgiler mücmelen zikredilmiş; tafsílât verilmemiştir. Buna göre, felsefeyi ve anatomiyi bilmeyen bir kimse bu mevzú‘ları nasıl çözebilir?

30. Söz Ene ve Zerre Risâlesi”nde felsefe ile alâkalı konular mevcûddur. Hem müellif (ra), bu iki eserinde insânın ve kâinâtın tılsımını açmıştır. Elbette bu mesâil, o kadar basit ve kolay anlaşılır mes’eleler değildir. Belki çok muğlâk ve çok müşkil mes’elelerdir. Elbette felsefenin temel esâslarını bilmeyenler, bu mevzú‘ları tam anlayamadığı gibi; tasavvufun âfâkí ve enfüsî seyr u sülûkundan haberdâr olmayanlar da bu iki eseri tam ma‘nâsıyla anlayamazlar.

Telvîhât-ı Tis‘a” adlı eserde turuk-ı velâyetten bahsedilmektedir. Tasavvuf ilminden haberdâr olmayan, bu eseri hakkıyla anlayamaz. Anlasa da pek nâkıs kalır.

Kelâm ve Akáid ilimlerinde mütehassıs olmayan, kader konusunda Mu‘tezile, Cebriyye ve Ehl-i Sünnet mezheblerinin görüşlerini bilmeyen, kısaca ehl-i ilim olmayan, “Kader Risâlesi”ni tam anlayamaz. Zîrâ, müellif (ra), bu eserinde, “Ehl-i ilme mahsús, ince bir tedkík-ı ilmîdir” buyurmaktadır.

Risâle-i Nûr, geleceğe áid ba‘zı haberleri vermiştir. Bu konuda cifir ve ebced hesâbını kullanmıştır. O hâlde cifir ve ebced ilmini bilmeyen ve ilhâm-ı İlâhî ile o haberleri hâdisât-ı istikbáliyyeye tatbîk edemeyen, bu gayba áid mes’eleleri çözemez ve anlayamaz.

 “Muhâkemât Risâlesi”ni, muhakkık bir álim olmayan hakkıyla anlayamaz; belki yanlış ma‘nâ verebilir.

İslâm Fıkhını tam bilmeyen “Münâzarat Risâlesi”ni hakkıyla kavrayamaz; belki yanlış inançlara zehâb edebilir.

Mantık ilmini bilmeyen, Bedîuzzamân Hazretlerinin “Kızıl Îcâz” adlı eserini anlayamaz.

Demek, Risâle-i Nûr, pek çok ilimleri câmi’ Kur’ânî bir tefsîr olduğundan; bu ilimlerde mütehassıs olmayanlar veyâ bu ilimlerde mütehassıs olan eşhásdan ders almayanlar Risâle-i Nûr’u hakkıyla anlayamazlar.

Beşinci Esâs: Risâle-i Nûr’u anlamak ve ince hakíkatlerine nüfûz etmek, záhirî ilimleri bilmeye mütevakkıf olduğu gibi; ma‘neviyyât ilmini bilmeye ve ma‘neviyyât ehli olamaya da mütevakkıftır. Çünkü, “Mi‘râc Risâlesi, Âyetü’l-Kübrâ Risâlesi, Hasbiye Risâlesi, Üçüncü Lem‘a” gibi eserler akıldan ziyâde kalbe bakar, delîlden ziyâde zevka nâzırdır. Meselâ; müellif (ra), “Mi‘râc Risâlesi”ndeki hakíkatleri kalben ve rûhen keşfetmiş ve yaşamış, daha sonra bu eseri kaleme almıştır. Záhirî ve bâtınî ilimleri elde etmeyen ve ma‘neviyyâtta terakkí etmeyen bir kimse, o yüksek hakíkatleri tam anlayamaz.

Merâtib-i sülûkü tam kavrayamayan, “Âyetü’l-Kübrâ Risâlesi”ni tam anlayamaz. Bedîuzzamân Hazretleri bu eserinde eski álimlerin seyr u sülûk ta‘bîri yerine “seyyah” ta‘bîrini kullanmıştır. “Âyetü’l-Kübrâ Risâlesi”, müellif (ra)’ın seyr u sülûküdür. Müellif (ra), bu eserinde seyâhat-ı kalbiyyesinden bahsetmektedir. Ehl-i tasavvuf, “Seyâhat-i kalbiyye ve seyr u sülûk kalb işidir; zevk edilir, fakat dile dökülmez” dedikleri hâlde, müellif (ra), bu zamânın insânlarına ders vermek için bir ihsân-ı İlâhî olarak “Âyetü’l-Kübrâ Risâlesi”nde kendi seyâhat-ı kalbiyyesini ve seyr u sülûkunu dile dökmüştür; keşfettiğini ve zevk ettiğini aklî delîllerle de isbât etmiştir; böylece kalb ile aklı birleştirmiştir. O hâlde, ma‘nevî ilimlerde mütehassıs olmayan, bu eseri hakkıyla anlayamaz.

 Risâle-i Nûr’un “acz, fakr, şefkat, tefekkür” mesleğini tam anlamayan ve Risâle-i Nûr’un ders verdiği hakíkat ilmini tam kavramayan bir kimse, “Küçük Sözler” adlı eseri hakkıyla kavrayamaz. Zîrâ, bu eser, záhiren basit ve kolay gibi görünürken, en zor ve en çetin bir eserdir ve Risâle-i Nûr’un hulâsasıdır.

Demek; ma‘neviyyâtta terakkí etmeyen ve bâtınî ilimlerden habersiz olan, kalb ve rûhun derece-i hayâtına girmeyen, huzúzát-ı nefsâniyyeden tecerrüd etmeyen, takvâyı üssü’l-esâs yapmayan, iktisáda riáyet etmeyen kimselerin Risâle-i Nûr’u tam ma‘nâsıyla anlamaları ve müellif (ra)’ın murâdına hakkıyla vâkıf olmaları mümkün değildir.

Altıncı Esâs: Risâle-i Nûr’da geçen mes’elelerin bir kısmı kalbden ziyâde akla bakar; ya‘nî aklî delîl ve mantıkî bürhân ile ancak halledilebilir. Meselâ: “33. Söz Pencereler Risâlesi22. Söz gibi eserler bu kabîldendir. Bir kısmı akıldan ziyâde kalbe bakar; ya‘nî ma‘nevî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs olanlar ancak bu nev‘í mes’eleleri anlayabilirler. Meselâ: “Hasbiye Risâlesi, Mi‘râc Risâlesi, Âyetü’l-Kübrâ Risâlesi, 3. Lem‘a” gibi eserler bu tarzda kaleme alınmıştır. Bir kısmı da hem akla, hem de kalbe bakar; ya‘nî bu mes’eleler, ancak akıl ve kalbin memzûcuyla anlaşılabilir. Meselâ: “Haşir Risâlesi, Otuz İkinci Söz” gibi risâleler bu kabîldendir.

Dolayısıyla, aklen ve kalben tam tekemmül edemeyen, bu eserleri hakkıyla anlayamaz.

Yedinci Esâs: Risâle-i Nûr, ne şarkın ulûmundan, ya‘nî tasavvuf ve kelâmdan; ne de garbın fünûnundan, ya‘nî fünûn-i felsefeden alınmıştır. Belki, Risâle-i Nûr, Kelâm ve Tasavvufta tecdîdât yaparak, felsefeyi de çürüterek doğrudan doğruya Kur’ânî bir tarz ve metod ta‘kíb etmek súretiyle ilim içinde hakáika giden yüksek ve ma‘nevî bir tefsîr-i Kur’ânîdir. Risâle-i Nûr, bu asrın ihtiyâcına cevâb verecek şekilde yazılan, yeni ve müstakil bir üslûbla kaleme alınan záhir ve bâtının memzûcu bir tefsîr-i Kur’ânîdir. 

Unutulmamalıdır ki, Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın temelde ve i‘tikádda ulemâ-i İslâma ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatın kitâblarına bir muhálefeti yoktur, görülmemiştir. Belki, Bedîuzzamân Hazretleri, bütün gücüyle onların caddesini muhâfaza edip yeni bir üslûbla Kur’ânî bir tarz ortaya koymuştur. Evet, Risâle-i Nûr, Kelâm ve Tasavvufun asıllarını bozmadan, sahâbe tarzında doğrudan doğruya hakíkate giden yeni bir caddedir. Tasuuvvufa bedel, daha kestirme bir yolla hakíkate gider. Álem-i İmkân ve Álem-i Vücûb’u berâber ders verir. “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” caddesini açmıştır. Hem ilm-i kelâmın tesbît ettiği esâsâta karışmadan yeni isbât metodları vaz‘ etmiştir. Kelâmdaki devir ve teselsüle münhasır değildir; belki devir ve teselsül ile berâber binlerce delâil-i vahdâniyyeti ibrâz etmiştir. Kur’ânî bir üslûbla her bir mevcûdda görünen bürhân ve delîlleri akla isbât etmiştir. 

وَفى كُلّ شَىْءٍ لَهُ ايَةٌ تَدُلُّ عَلى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrınca her bir şeyde vücûb-i vücûd ve vahdete giden bir yolu göstermiştir. Müellif (ra) bu husústa şöyle buyuruyor: 

Ba‘zı ‘Sözler’de, ulemâ-i ilm-i Kelâm'ın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakíkínin farkları hakkında şöyle bir temsîl söylemişiz ki: Meselâ, bir su getirmek için ba‘zıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat, her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, her bir yerde suyu buldukları gibi... Aynen öyle de, ulemâ-i ilm-i Kelâm, esbâbı, nihâyet-i álemde teselsül ve devrin muháliyyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-Vücûd’un vücûdunu onunla isbât ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Ammâ, Kur’ân-ı Hakîm’in minhâc-ı hakíkísi ise; her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asá-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayât fışkırtıyor. 

وَفى كُلّ شَىْءٍ لَهُ ايَةٌ تَدُلُّ عَلى اَنَّهُ وَاحِدٌ düstûrunu her şeye okutturuyor.[43]

Hulâsa: Risâle-i Nûr, Kelâm ve Tasavvuf ilimlerinde tecdîdât yaparak, bu ilimlere Kur’ânî bir tarz ve üslûb getirmiştir. Ya‘nî, tasavvuf ve kelâm ilimleri her ne kadar Kur’ân’dan alınmışsa da, zamânla aslını kaybederek başka bir şekle dönüştüğünden, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri asrın müceddidi olması hasebiyle her ikisinde tecdîdât yaparak Kur’ânî bir şekil kazandırmıştır. Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât etmek noktasında kelâm ilmine; keşfiyyât noktasında da tasavvufa ihtiyâc bırakmamıştır. Hem  Risâle-i Nûr, bâtıl efkârını nazara vermeden felsefeyi de çürütmüştür.

 Demek; Kelâm, Tasavvuf ve Felsefeden mücmelen de olsa haberdâr olmayan bir kimse, Risâle-i Nûr’u hakkıyla anlayamaz, murâd-ı Üstâdâneye vâkıf olamaz.

Sekizinci Esâs: Risâle-i Nûr, yüksek îmân hakíkatlerini ihtivâ eden tedkíkát-ı ilmiyyedir. Ya‘nî, müdakkiktir. O hâlde, bu yüksek hakíkatler nasıl rahat anlaşılabilir, müderissiz elde edilebilir ve müdakkik olmayan tam anlayabilir? Burada bir tezâd vardır! Hem, “Risâle-i Nûr, bütün ulûm-i hakíkatı câmi’ dir” diyoruz. Hem de, “Risâle-i Nûr’u herkes anlar, bir müderrisden ders almaya ihtiyâc yoktur” diyoruz. Bu ise bir tezâddır. 

Demek; müdakkik olmayan, Risâle-i Nûr’u tam kavrayamaz ve ondaki yüksek hakáikı keşfedip zevk edemez.

Dokuzuncu Esâs: Risâle-i Nûr okunduğunda kalben, rûhen ve vicdânen feyze ve rahmete mazhar olmak ayrıdır; o yüksek hakíkatleri aklen anlamak ve o hakíkatlere nüfûz etmek ise bütün bütün ayrıdır. Demek; Risâle-i Nûr’u anlamak için záhirî ve bâtınî ilimlerden haberdâr olmalı veyâ mezkûr ilimlerde mütehassıs bir müderrisin rahle-i tedrîsâtına ve irşâdâtına oturmalıdır ki, hem tefeyyüz etsin, hem de anlasın.

Evet, Risâle-i Nûr’u okuyan kişi, her ne kadar ámî de olsa, aklı her bir mes’eleyi anlamasa da, Risâle-i Nûr’u okuduğu zamân kalb, rûh ve vicdân cihetinde feyze medâr olacak bir hâle mazhar olabilir. Çünkü, Risâle-i Nûr, Kur’ân tefsîridir. Teşbihte hatá olmasın! Nasıl ki, Kur’ân’ı okuyan bir ámî mü’min, Kur’ân’ın ma‘nâsını anlamasa da bir feyze mazhar oluyor. Kur’ân’ın esrârına vâkıf olabilmek için ise, ya bi’z-zât kendisinin ulûm-i dîniyyede mütehassıs olması veyâ ulûm-i dîniyyede mütehassıs olan eşhásdan ders alması lâzımdır. Aynen öyle de, Risâle-i Nûr’u okuyan bir kimse ne kadar ámî de olsa feyizsiz kalmaz. Ancak, Risâle-i Nûr’u hakkıyla anlamak ve îmânını taklidden tahkíka çevirmek için ya bi’z-zât kendisi çok ilimlerde mütehassıs olmalı; ya da ulûm-i dîniyyede mütehassıs olan eşhásdan ders almalıdır.

Onuncu Esâs: Risâle-i Nûr’u okumak ve anlamak ve bu hakíkatleri mü’min kardeşlerimize aktarmak için, müellif (ra)’ın ifâdesiyle: “Nûr şâkirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük birer dersháne-i nûriyye açmak lâzımdır.

Demek; medreseler inşâ edilecek, medreselerin de müderrisleri olacaktır. Çünkü, medrese müderrissiz olmaz. Müderris de, záhirî ve bâtınî ilimlerden haberdâr olacaktır. Risâle-i Nûr, bu ölçüler dâhılinde ancak tam anlaşılabilir. O hâlde, bir kısım insânların zannettiği ve kendilerince, “Biz Risâle-i Nûr’u anlıyoruz, başka eserlere ve bir müderrise ihtiyâc yoktur” demelerinin, hakíkatle ve işin içyüzüyle ilgi ve alâkası yoktur. Belki bu düşünce, o gizli komitenin ortaya attığı bir aldatmacadır, bir safsatadır, bir hayâl mahsulüdür.

On Birinci Esâs: Üstâdımızın emriyle her yerde açılacak dersháne-i nûriyyede tedrîsât yapılırken; Kitâb, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ”nın tesbît ettiği ölçüler dâhılinde ve siyâsî fikirlerden uzak bir tarzda eserler okunmalı ve kelime kelime tahlîl edilmelidir. Vaaz gibi veyâ felsefevârî bir ders usûlü ta‘kíb edilmemelidir.

Demek, dershánelerdeki tedrîsât, edille-i şer‘ıyyenin tesbît ettiği esâslar dâiresinde olmalı; siyâsî havâdan uzak kalmalı; yalnız ve yalnız rızá-yı Bârî esâs tutulmalı; bir vâizin veyâ bir ehl-i tasavvufun yaptığı vaaz veyâ sohbet şeklinde, husúsan felsefevârî bir tarzda olmamalıdır.

Sâniyen: Bedîuzzamân (ra)’ın, Risâle-i Nûr’un hocası, Risâle-i Nûr’dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almaya ihtiyâc bırakmıyorcümlelerini doğru anlayabilmek için; o zâtın bu cümleleri söylediği zamâna gitmek ve o zamânı iyi bilmek gerekir. Zîrâ, o zamânın insânlarının çoğu eski usûl tedrîsât görmüş ve Kur’ân hattını bilen insânlardı. Bir kısmı da Arabcayı ve ulûm-i dîniyyeyi bilen muhakkık álimlerdi. Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri, Mehmed Feyzi gibi zevât-ı áliyye, Risâle-i Nûr’u tanımadan önce ulûm-i záhiriyyeyi elde ettikleri ve ma‘neviyyâttan da haberdâr oldukları için, bir müderrise ihtiyâc duymadan bu Kur’ânî derslerden istifâde ediyorlardı. Müellif (ra), mezkûr cümleleri, bunlar ve bunlara benzer eşhás için sarf etmiştir.

Bununla berâber, Üstâd Hazretleri, bu cümleleri söylediği zamânda dîni tedrîsât ve Kur’ân hattı her tarafta yasaklanmış; câmi ve medreseler kapatılmış; bir kısım álimler şehîd edilmiş; bir kısmı da susturulmuştu. Hakíkí ma‘nâda dîn-i İslâm’ı teblîğ eden Bedîuzzamân Hazretlerinden başka kimse bulunmadığından, elbette böyle bir zamânda hakáik-ı îmâniyyeyi ders veren Risâle-i Nûr eserlerini okumaları için Bedîuzzamân Hazretlerinin insânları böyle cümlelerle teşvîk etmesi lâzım ve elzemdi. Tâ ki, dîn hizmeti kaybolmasın. Hem, “Risâle-i Nûr’u ders alın! ” dese, zâten buna devlet tarafından izin verilmiyordu. Hakíkí ma‘nâda dîn-i İslâm’ı teblîğ edecek başkaları da yok ki gidip onlardan ders alınsın. Çünkü, ulûm-i dîniyyeyi ders vermek yasak idi. O hâlde ders alacakları kimse bulunmadığı için, “Herkes derecesine göre Risâle-i Nûr’dan ne kadar istifâde etse kârdır” denilmiştir ve mezkûr cümleler bu ma‘nâda söylenmiştir.

Hulâsa: Müellif (ra), “Risâle-i Nûr’un hocası, Risâle-i Nûr’dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almaya ihtiyâc bırakmıyor” cümlelerini söylediği zamânda iki şey hâkim idi:

1) O zamânda yaşayan insânların çoğunun eski medrese usûlünden haberdâr olması;

2) Dînî tedrîsât nâmına her şeyin yasak edilmiş olması idi.

Bugünkü nesil ise, hem o eski tedrîsâttan habersiz; hem de Arabca ve eski Türkçeyi bilmiyorlar. O hâlde, günümüz insânının Risâle-i Nûr’u tam anlayabilmesi için ya çok ilimlerde mütehassıs olması; ya da ulûm-i dîniyyede ve ma‘neviyyâtta mütehassıs olan bir müderrisin rahle-i tedrîsâtından ders alması lâzımdır. Zîrâ, Risâle-i Nûr’da öyle mesâil vardır ki, sâdece aklen anlaşılmaz. Ma‘neviyyâtın da olması gereklidir. Meselâ; “Haşir” mes’elesi, o kadar müşkildir ki; bir insân ne kadar muhakkık da olsa bir sene okuyup mütálea etmekle ancak bir kısım esrârını anlayabilir. “Âyetü’l-Kübrâ Risâlesi”ni, “Otuzuncu Lem‘a”yı en büyük bir álim dahi her mes’elesini bir kaç def‘a okumakla hemen çözemez. Çözse de ancak aklıyla çözer. Hakáikını kalben ve rûhen zevk etmek için yine ma‘neviyyât ehli olmak gereklidir.

Demek, bu derslerin hakkıyla anlaşılabilmesi için ulûm-i dîniyyeyi bilen ve ma‘neviyyât erbâbı olan mütehassıs zevâtın dersin başında bulunması ve bu vasıflara sáhib eşhás tarafından îzáh edilmesi lâzımdır. Yoksa, keyfemâyeşâ herkesin bu Kur’ânî derslerin başına geçip bu Kur’ânî dersleri hîç bir ölçü tanımadan hevâsına göre îzáh etmesine müsâade edilmemiştir.

Nasıl ki, bir insânın Kur’ân ve Hadîs’i kendi re’yiyle ve hevâsına göre tefsîr etmesi câiz değildir. Öyle de, Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’in tefsîri olması hasebiyle bir kimsenin bu eseri, kendi re’yiyle ve ölçüsüz olarak îzáh etmesi de câiz değildir. Bu durumda Risâle-i Nûr mesleği, başı boş bir meslek hâline gelir ki; böyle bir meslek de yeryüzünde yoktur. Öyle ise bu işin tek çâresi, muhakkık álimlerin, ehl-i hakíkatin, ma‘neviyyât ehlinin, Risâle-i Nûr’u çok okuyan kimselerin bir araya gelmeleri súretiyle bir hey’et oluşturup Risâle-i Nûr’u okumak, okutmak, bu eserlerin şerh ve îzáhını yapmaktır. Risâle-i Nûr’un hakíkatleri ancak bu şekilde tam ma‘nâsıyla anlaşılabilir. O hâlde Risâle-i Nûru hem okumak, hem okutmak, hem şerh ve îzáhını yapmakla mükellef muhakkık ve ma‘neviyyât ehli bir cemâati ve ulûm-i záhiriyye ve ulûm-i bâtıniyyede mütehassıs bir hey’eti teşkîl etmekten başka çâre yoktur.

Sâlisen: Risâle-i Nûr’un mücmel cümlelerini, Risâle-i Nûr’un mufassal cümleleriyle îzáh etmek gerektir” düstûruna binâen; Üstâd Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerinin,  Risâle-i Nûr’un hocası, Risâle-i Nûr’dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almaya ihtiyâc bırakmıyor” cümlelerini yine bu ma‘nâda beyân edilen ba‘zı cümleleriyle yedi başlık altında îzáh etmeye çalışacağız. Şöyle ki:

BİRİNCİSİ: Üstâd (ra) Hazretleri, bir âyet-i kerîmenin işârî ma‘nâsını beyân ederken şöyle demiştir:

Ma‘nevî bir elektrik olan Resâili’n-Nûr dahi gáyet yüksek ve derin bir ilim olduğu hâlde, külfet-i tahsíle ve derse çalışmaya ve başka üstâdlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibâs olmaya muhtâc olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-i áliyyeyi, meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifâde eder, muhakkık bir álim olabilir.[44]

Müellif (ra)’ın bu cümleleri bir kaç kayıtla mukayyed olup, mutlak değildir.

Birinci Kayıt: Herkes derecesine göre” anlayabilir. Demek, herkes her mes’eleyi anlayamaz.

İkinci Kayıt: Müellif (ra), “o ulûm-i áliyyeyi, meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir” diyor; “anlar” demiyor. Bu ise bir kaziye-i mümkinedir. Ya‘nî, o ulûm-i áliyyeyi anlamak mümkündür. Fakat, bu, herkes için geçerli değildir.

Üçüncü Kayıt: Müellif (ra), “muhakkık bir álim olabilir” diyor, “muhakkık bir álim olur” demiyor. Bu da kaziye-i mümkinedir. Ya‘nî, böyle bir şey mümkündür. Ancak, herkes için her zamân geçerlidir denilmez. 

Hulâsa: Müellif (ra)’ın bu sözleri, Risâle-i Nûr’un bir sehl-i mümteni‘ ile ve gáyet kolay ve vuzúh-i ifâde ile en yüksek hakáik-ı áliyyeyi ders verdiğini ifâde etmektedir. Elhâk bu doğrudur. Fakat, bu, Risâle-i Nûr’un her mes’elesinin herkes tarafından tamâmıyla anlaşıldığı ma‘nâsına gelmez. Belki herkes, derecesine göre istifâde edip anlayabilir. Ya‘nî, tefeyyüz eder. 

Nasıl ki, Kur’ân okumak ve dinlemek husúsunda İbn-i Sînâ gibi en dâhî bir feylesof ile en ámî bir mü’min diz dize aynı dersi okurlar, derslerini alırlar. Hattâ, ba‘zan olur ki; o ámî adam, kuvvet ve safvet-i îmân cihetiyle, İbn-i Sînâ’dan daha ziyâde istifâde eder, feyizden mahrûm kalmaz. Aynen bu misâl gibi, Risâle-i Nûr’u okuyan veyâ dinleyen bir mü’min, ne kadar ámî de olsa tefeyyüzden mahrûm olmaz ve hissesiz de kalmaz.

İKİNCİSİ: Risâle-i Nûr, îmânî mes’eleleri lüzûmu derecesinde îzáh etmiş. Risâle-i Nûr’un hocası, Risâle-i Nûr’dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almaya ihtiyâc bırakmıyor. Herkes isti‘dâdı nisbetinde kendi kendine istifâde eder. Aklınız her bir mes’eleyi tam anlamasa da, rûh, kalb ve vicdânınız hissesini alır. Ne kadar istifâde etseniz, büyük bir kazançtır.[45]

Müellif (ra)’ın yukarıdaki cümleleri bir kaç kayıtla mukayyed olup; mutlak değildir.

Birinci Kayıt: Risâle-i Nûr, îmânî mes’eleleri lüzûmu derecesinde îzáh etmiştir. Evet, îmânî mes’eleleri öğrenmek için Risâle-i Nûr kâfîdir. Risâle-i Nûr’u okuyan bir kimse, hakáik-ı îmâniyye cihetinde derecesine göre istifâde eder, hissesiz kalmaz. Bu husústa  Risâle-i Nûr’un hocası yine Risâle-i Nûr’dur; başkalarından ders almaya ihtiyâc bırakmıyor. Ya‘nî, altı erkân-ı îmâniyye ve beş esâsât-ı İslâmiyyeyi aklî delîllerle isbât etmek husúsunda Risâle-i Nûr kâfîdir, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor demektir.

Evet, Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin isbâtı husúsunda Kur’ân ve Hadîs’ten sonra kâfîdir; Kelâm ve Tasavvuf ilimlerine ihtiyâc bırakmıyor. Zîrâ, hakáik-ı îmâniyyenin aklî delîllerle isbâtı husúsunda kelâm ilminin serd ettiği delîllere bedel; Risâle-i Nûr daha kuvvetli delîller serd etmiştir. Tasavvuftaki İmkân Álemi’nin keşfinden sonra Vücûb Álemi’ni keşfetmeye bedel; Risâle-i Nûr’da, Álem-i İmkân’la Álem-i Vücûb berâber ders verilmektedir. Ya‘nî, Risâle-i Nûr, her bir eserde bütün âsârı; her bir fiilde bütün ef‘áli; her bir isimde bütün esmâyı göstermektedir. Böylece, tasavvufun en son mertebesinde elde edilebilen hakáikı ve keşfiyyâtı Risâle-i Nûr ilk derste verir ve keşfiyyâtın en ileri noktasını gösterir.

Hulâsa: Risâle-i Nûr, erkân-ı îmâniyyeyi aklî delîllerle isbât cihetinde kelâm ilmine; keşif cihetinde de tasavvufa ihtiyâc bırakmıyor. Çünkü, Risâle-i Nûr hem isbâttır, hem de keşiftir. Bununla berâber Tasavvuf ve Kelâm ilimlerine ihtiyâc yoktur denilemez. Zîrâ, her mü’minin bilmesi lâzım gelen zarûriyyât-ı dîniyyesi ve Risâle-i Nûr’da geçen ba‘zı ilmî ıstılâhların ma‘nâları bu ilimlere dâir kaleme alınan kitâblarda mevcûddur. Bu konuların öğrenilmesi için o kitâblara mürâcaât etmeyi bi’z-zât Müellif (ra) eserlerinde tavsiye etmiştir. “Şerhü’l-Mevâkıf, Şerhü’l-Makásıd; Mîzân-ı Şa‘rânî; Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî” gibi.

İkinci Kayıt: Müellif (ra), “Herkes isti‘dâdı nisbetinde kendi kendine istifâde eder” buyurmakla, Risâle-i Nûr’u herkesin kábiliyyetine göre anlayabileceğini, bununla berâber her bir mes’elesini tam anlayamayacağını ifâde etmektedir.

Üçüncü Kayıt: Aklınız her bir mes’eleyi tam anlamasa da, rûh, kalb ve vicdânınız hissesini alır buyurmakla, herkesin her bir mes’eleyi aklen tam anlamasa da kalben, rûhen ve vicdânen bütün bütün feyizsiz kalmayacağını açıkça beyân etmiştir. Çünkü, bir kimse, delîllerle isbât edilen bir mes’eleyi aklen anlamak için, ya bir çok ilimde ihtisâs sáhibi olmalı; ya da o ilimlerde mütehassıs bir müderristen ders almalıdır.

Demek, Risâle-i Nûr’u okuyan kişi, her ne kadar ámî de olsa, Risâle-i Nûr’u okuduğu zamân kalb, rûh ve vicdân cihetinde feyze medâr olacak bir hâle mazhar olabilir. Teşbihte hatá olmasın! Nasıl ki, Kur’ân’ı okuyan bir ámî mü’min, Kur’ân’ın ma‘nâsını anlamasa da bir feyze mazhar olabilir. Kur’ân’ın esrârına vâkıf olabilmek için ise, ya bi’z-zât kendisi ulûm-i dîniyyede mütehassıs olmalı veyâ ulûm-i dîniyyede mütehassıs olan eşhásdan ders almalıdır. Aynen öyle de, Risâle-i Nûru hakkıyla anlamak ve aklıyla îmânını taklidden tahkíka çevirmek için ya bi’z-zât kendisi çok ilimlerde mütehassıs olmalı; ya da ulûm-i dîniyyede mütehassıs olan eşhásdan ders almalıdır.

ÜÇÜNCÜSÜ: Nûr şâkirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük birer dersháne-i nûriyye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifâde eder, fakat herkes her bir mes’elesini tam anlamaz.[46]

Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri yukarıdaki ifâdelerinde olduğu gibi bu cümlelerinde de, Risâle-i Nûr’un her mes’elesinin herkes tarafından anlaşılamayacağını; fakat herkesin derecesi nisbetinde bu eserden istifâde edeceğini beyân buyurmuştur. Müellif (ra)’ın, “Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifâde eder, fakat herkes her bir mes’elesini tam anlamaz” cümlesi, Risâle-i Nûr’un hocası, Risâle-i Nûr’dur. Risâle-i Nûr, başkalarından ders almaya ihtiyâc bırakmıyor” cümlelerini îzáh etmektedir.

Müellif (ra), “Kendi kendine bir derece istifâde eder, fakat herkes her bir mes’elesini tam anlamaz” cümlesinde, “bir derece istifâde eder” diyor; her mes’elesini anlar demiyor. Her bir mes’eleyi tam anlayabilmek için de yol gösterip şöyle buyuruyor: “Nûr şâkirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük birer dersháne-i nûriyye açmak lâzımdır.” Müellif (ra), bu ifâdelerinde her yerde küçücük birer dersháne-i nûriyye açmak lâzım geldiğini beyân ediyor. Tâ, içinde tedrîsât yapılsın. Zîrâ, dersháne, tedrîsât içindir. Hem dershánenin ulûm-i záhiriyye ve ulûm-i bâtıniyyede mütehassıs bir müderrisi olması lâzımdır. Çünkü, tedrîsât, müderrissiz olamaz.

Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye cihetinde pek çok ulûm-i mütenevviayı câmi‘ bir eser olduğundan, bu eserin tam ma‘nâsıyla anlaşılabilmesi için hem her yerde dersháneler açılmalı; hem o dershánelerin mezkûr şartları hâiz müderrisleri olmalı; hem de o dershánelerde mütenevvi‘ ilimler okutulmalıdır. Risâle-i Nûr’un hakkıyla anlaşılabilmesi için o mütenevvi‘ ilimler tahsíl edilirken ve Risâle-i Nûr eserleri ders verilirken “Kitâb, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ”nın tesbît ettiği ölçüler dâhılinde ve siyâsî fikirlerden uzak bir tarzda o eserler kelime kelime tahlîl edilmelidir. Vaaz gibi veyâ tasavvufvârî veyâ felsefevârî bir ders usûlü ta‘kíb edilmemelidir.  

En basit bir kitâb dahi tedrîsât olmadan anlaşılmazsa; hakáik-ı îmâniyyeyi ders veren Risâle-i Nûr, tedrîsât olmadan nasıl anlaşılabilir?

DÖRDÜNCÜSÜ: Bu dürûs-i Kur’âniyyenin dâiresi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazífeleri, ulûm-i îmâniyye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve îzáhlarıdır veyâ tanzímleridir.[47]

Zannederim ki, hakáik-ı áliyye-i îmâniyyeyi tamâmıyla Risâle-i Nûr ihâta etmiş, başka yerlerde aramaya lüzûm yok. Yalnız ba‘zan îzáh ve tafsíle muhtâc kalmış. Onun için vazífem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazífeniz devâm ediyor. Ve inşâelláh vazífeniz şerh ve îzáhla ve tekmîl ve tahşiye ile ve neşr ve ta‘lîm ile, belki ‘Yirmi Beşinci’ ve ‘Otuz İkinci Mektûb’ları te’lîf ile ve ‘Dokuzuncu Şuá’ın ‘Dokuz Makám’ını tekmîl ile ve Risâle-i Nûr’u tanzím ve tertîb ve tefsîr ve tashîh ile devâm edecek. Risâle-i Nûr’un samîmî, hális şâkirdlerinin hey’et-i mecmûasının kuvvet-i ihlâsından ve tesânüdünden süzülen ve tezáhür eden bir şahs-ı ma‘nevî, bâkí ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.[48]

Mâdem Üstâd Bedîuzzamân (ra), mezkûr cümlelerinde Risâle-i Nûr’un şerh, îzáh, tekmîl, tahşiye, neşr ve ta‘lîmine ihtiyâc olduğunu îzáh etmiştir. Müellif (ra)’ın bu ifâdeleri, Risâle-i Nûr eserlerinin her bir mes’elesinin tam anlaşılmadığını gösteriyor. Demek, bu eserlerin anlaşılabilmesi için şerh ve îzáha ihtiyâc vardır.

Evet, Risâle-i Nûr’da öyle mühim ve müşkil mes’eleler vardır ki, en mühim bir álim dahi senelerce uğraşsa yine tam ma‘nâsıyla halledemez. Risâle-i Nûr’un birinci talebesi ve birinci muhátabı olan ve záhirî ve bâtınî ilimleri ikmâl eden Hacı Hulûsí Bey; “Elláh kabûl etsin! Elli sene Risâle-i Nûr üzerinde ter döktük. Buna rağmen Risâle-i Nûr’u tam ma‘nâsıyla anlayamadım” dediği hâlde; bir kimsenin emek vermeden, ter dökmeden, ilim ve hikmet sáhibi olmadan, ulûm-i záhiriyye ve bâtıniyyeyi tahsíl etmeden Risâle-i Nûr’un her bir mes’elesini anlayabilmesi mümkün müdür? Nûr’un birinci muhátabı olan Hacı Hulûsí Bey‘in bu sözleri delâlet eder ki; Risâle-i Nûr zordur, herkes her bir mes’elesini kendi kendine anlayamaz. Bununla berâber, Risâle-i Nûr’u okuyan bir kimse, okuduğu mes’eleleri aklen anlamasa da derecesine göre kalb, rûh ve vicdânen zevk eder, feyizden mahrûm kalmaz.

Hulâsa: Risâle-i Nûr’un gáyet bedîhî ve kuvvetli bir tarzda hakáik-ı îmâniyyeyi isbât etmesine rağmen, her mes’elenin herkes tarafından tamâmen anlaşılmadığı isbâttan müstağnî bir mes’eledir. Çünkü, insânlar, bunu o kadar çok söylüyorlar ki, artık isbâta ihtiyâc yoktur. Evet, Risâle-i Nûr’un tam anlaşılmadığı avâm ve havâs bütün ümmetçe musaddaktır. Hattâ, Risâle-i Nûr’un anlaşılması çok güç bir eser olduğu ulemâ-i İslâm’ca dahi ikrâr edilmektedir. Öyle ise hem şerh ve îzáha; hem de bir müderrisin yanında taallüme ve tahsíle ihtiyâc vardır.

Mâdem Müellif (ra), Risâle-i Nûr’un şerh ve îzáhını tavsiye ediyor. Bu ise Risâle-i Nûr’un tam ma‘nâsıyla anlaşılmadığının bedîhî bir delîlidir.

BEŞİNCİSİ: Bir bahçeye girsem iyisini intiháb ederim. Koparmasından zahmet çeksem hóşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem, ‘Huz mâ safâ’ derim. Muhátablarımı da öyle arzû ederim. Derler: ‘Sözlerin iyi anlaşılmıyor?’

Bilirim ki, kâh minâre başında, kâh kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhûrât öyle.[49] 

Eski Saíd ilm-i hikmet ve ilm-i hakíkatın çok derin mes’eleleriyle meşgúl olması ve büyük ulemâlarla derin mes’eleler üzerinde münâzarası ve medresenin yüksek derslerini gören eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre yazması ve Eski Saíd’in de terakkıyyât-ı fikriyye ve kalbiyyesinde, yalnız kendisi anlayacak bir súrette, gáyet kısa cümlelerle ve gáyet muhtasar bir ifâde ile uzun hakíkatlara kısa kelimelerle işâretler nev‘ınde o mecmûayı yazdığı için; bir kısmını en müdakkik álimler de zorla anlayabilir. Eğer tam îzáh olsa idi, Risâle-i Nûr’un mühim bir vazífesini görecekti. Demek, o fidanlık Mesnevî, turuk-ı hafiyye gibi enfüsî ve dâhılî cihetinde çalışmış; kalb ve rûh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risâle-i Nûr, hem enfüsî, hem ekserî cihetinde turuk-ı cehriyye gibi âfâkí ve háricî dâireye bakıp ma‘rifetulláha geniş ve her yerde yol açmış. Ádetâ Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış... 

Hem Risâle-i Nûr, hükemâ ve ulemânın mesleğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i‘câz-ı ma‘nevîsiyle, her şeyde bir pencere-i ma‘rifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’ân’a mahsús bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamânda hadsiz ehl-i inâdın hücûmlarına karşı mağlûb olmayıp galebe etmiş.[50]

Bu risâlelerin ibârelerindeki işkâl ve iğlâkın, keyf için ihtiyârımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü, bu risâle, dehşetli bir zamânda, nefsimin hücûmuna karşı yapılan ânî ve irticâlî bir münâkaşadır. Kelimeleri, o müdhiş mücâdele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O ateşle nûrun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeğe başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minârenin dibinde, kâh minârenin şerefesinde kendimi görüyordum. 

Çünkü, ta‘kíb ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akıla inip çıkmaktan bî-zâr olmuştum. Bunun için, bir nûr bulduğum zamân, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat, o nûrların üstüne bıraktığım kelime taşları, delâlet için değildi. Ancak kaybolmamak için birer nişân ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nûrlar, Kur’ân güneşinden ilhâm edilen misbah ve kandillerdi.[51]

Müellif (ra)’ın bu cümleleri gösteriyor ki: Akıl ile kalbi birleştiremeyen; Álem-i İmkân ve Álem-i Vücûb’u berâber mütálea edemeyen; keşfen gördüğünü kitâb ve sünnetin ölçülerine göre ilmen isbât edemeyen; Risâle-i Nûr’daki ba‘zı mesâili tam anlayamaz ve zevk edemez. Husúsan ma‘neviyyâtta terakkí etmeyen bir kimse, Müellif (ra)’ın seyr u sülûk-i rûhânîde giderken ma‘nevî álemde keşfettiği ve işâret nev‘ınden birer cümle ile ifâde ettiği yüksek hakáikı derk edemez.

Kısaca, bu eserin tam anlaşılabilmesi için hem ulûm-i záhiriyyeye, hem de ulûm-i bâtıniyyeye ihtiyâc vardır. Bu ilimler de ancak tedrîsâtla elde edilebilir. Böyle bir tedrîsâtın gerçekleşmesi de ancak ulûm-i záhiriyye ve ulûm-i bâtıniyyede mütehassıs bir hey’et ile mümkündür. O hâlde, “Risâle-i Nûr, kolay anlaşılan bir kitâbtır; bir hocadan ders almaya ihtiyâc yoktur” gibi sözler, ancak tefeyyüz noktasında kabûl edilir. Ya‘nî, Kur’ân’ı dinleyen bir ámî adam, nasıl ma‘nâsını bilmese de bir feyze mazhar olur. Aynen öyle de, Risâle-i Nûr’u okuyan veyâ dinleyen bir ámî adam, Risâle-i Nûr’da geçen mesâil-i îmâniyyeyi aklen anlamasa da kalben, rûhen ve vicdânen hissesiz kalmaz, bir feyze mazhar olur.

ALTINCISI: Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakíkatli bir álimi olabilir. Eğer anlamasa da, mâdem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı ma‘nevîsi var; şübhesiz o şahs-ı ma‘nevî bu zamânın bir álimidir.[52]

Müellif (ra)’ın bu cümleleri altı kayıtla mukayyeddir. 

Birincisi: Anlayarak” kaydıdır. Ya‘nî, ulûm-i záhiriyye ve bâtıniyyeyi elde edip   Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat inancı dâhılinde murâd-ı Üstâdâneye muvâfık olarak Risâle-i Nûr’u anlamaktır. Demek, Risâle-i Nûr’u gazete gibi okuyan, hakíkatli bir álim olamaz. Bu sırra binâen Müellif (ra), “Gazete gibi okumayınız[53]{cke_protected_1} emir buyurmuştur.

İkincisi: Kabûl ederek” kaydıdır. Ya‘nî, Risâle-i Nûr’u, Kur’ân tefsîri niyyetiyle istifâde etmek için okumak; hakíkatlerine teslîm olmak ve tenkíd nazarıyla bakmamaktır.

Üçüncüsü: Bu zamânın” kaydıdır. Ya‘nî, Kur’ân hattı kaldırılmış; medreseler kapatılmış; tekye ve zâviyeler ilgá edilmiş; câmilerden Arabca ezân ve hutbe kaldırılmış. İşte böyle bir zamânda Risâle-i Nûr gibi bir eser ilhâmen Üstâd Hazretlerine yazdırılıyor. Eğer bir kimse, bu eserleri anlayarak ve kabûl ederek okusa, hakáik-ı îmâniyye cihetinde elbette o zamâna göre mühim bir álim olabilir.

Dördüncüsü: Hakíkatli bir álim” kaydıdır. Demek, her ilimde değil; belki hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât ve keşfetmek noktasında hakíkatli bir álim olabilir.

Beşincisi: Hem Üstâdımızın “bu zamânın mühim, hakíkatli bir álimi olabilir” cümlesi kaziye-i mümkinedir. Herkes için geçerlidir denilmez. Risâle-i Nûr’da böyle bir hakíkat var ve mümkündür. Fakat, hekes için her zamân geçerli değildir. Çalış, o ferd-i ferîd sen ol demektir.

Altıncısı: Eğer anlamasa da, mâdem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı ma‘nevîsi var; şübhesiz o şahs-ı ma‘nevî bu zamânın bir álimidir” kaydıdır. Müellif (ra), bu cümlesiyle kendisini kasdediyor. Ya‘nî, ben, bu zamânın büyük bir álimi iken siz de bana talebe olmanız hasebiyle o şahs-ı ma‘nevînin birer a‘záları hükmündesiniz.

YEDİNCİSİ: Zâten mesleğimizin esâsı uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürîd mâbeynindeki vâsıta değildir. Belki, hakíkí kardeşlik vâsıtalarıdır. Olsa olsa bir üstâdlık ortaya girer.[54]

Demek, Üstâdsız olmuyor. Peygamber Efendimiz (asm)’ın umûm ümmete karşı nasıl umûmî risâlet vazífesi varsa; sırr-ı verâsete mazhar olan Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr eserlerinde de şeyhlikten ziyâde üstâdlık (müderrislik) vazífesi vardır.

Netîce-i Kelâm: Nasıl ki, sözlerin en güzeli olan Kur’ân’ın başta Peygamber (asm) olmak üzere, Sahâbe-i Kirâm ve Müfessirîn-i İzâm tarafından binlerce tefsîri yapılmıştır. Kezâ, Kur’ân’dan sonra en büyük eser olan Ehâdis-i Nebeviyyenin yüzlerce şerh ve îzáhı yazılmıştır. Hâl böyle iken, bu asırda Kur’ân ve Hadîs’ten sonra en mühim bir hüccet-i îmâniyye olan Risâle-i Nûr şerhsiz, îzáhsız ve tedkíksiz nasıl anlaşılabilir ve onun yüksek hakíkatlerine nasıl nüfûz edilebilir?

(Kaynak: Reddü'l-Evhâm, s. 301-318)


[40] Sözler, 10. Söz, Mukaddime, 1. İşâret, s. 63.

[41] Neml Sûresi, 27:30-31.

[42] Münâzarât ve Şerhi, s. 27-28. Tahşiye Yayınları.

[43] Sözler, Konferans, s. 812.

[44] Şuá‘lar, 1. Şuá‘, 1. Âyet, s. 690.

[45] Sözler, Konferans, s. 772.

[46] Emirdağ Lâhikası 2, s. 231; Gençlik Rehberi, s. 57.

[47] Mektûbât, 29. Mektûb, 6. Risâle Olan 6. Kısım, 5. Desîse-i Şeytâniyye, s. 426.

[48] Kastamonu Lâhikası, s. 56.

[49] Mesnevî-i Nûriye, Nokta, İfâde-i Merâm, s. 245.

[50] Mesnevî-i Nûriye, İ’tizâr, 4. Nokta, s. 8.

[51] Mesnevî-i Nûriye, Karte, İ’tizâr, s. 68.

[52] Lem‘alar, 21. Lem‘a, Bir Kısım Kardeşlerime Husûsî Bir Mektûbtur, s 167.

[53] Mektûbât, 12. Mektûb, s. 42.

[54] Lem‘alar, 21. Lem‘a, 4. Düstûrunuz, s. 162.

Kütüphanemiz

Sitemizde bulunan yayınları online ücretsiz okuyabilirsiniz.

KİTAP DUYURULARI

Beklenen kitap Besmele çıktı!

Beklenen kitap Besmele çıktı!

Birinci Söz'ün şerh ve izahı Besmele nasıl bir hazinedir?Bütün Kur'an'ı nasıl içinde tutar?

Camiye, kurs binasına zekât mı?

Camiye, kurs binasına zekât mı?

Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin, yüz yılı aşkın bir zaman önce “Münâzarât” isimli eserinde, öne ...

Kur’ân’la aramıza perde girmiş!

Kur’ân’la aramıza perde girmiş!

“İşârâtü’l-İ‘câz” adlı eserinde Bakara Sûresi’nin 27. âyetini tefsîr eden Bediüzzaman Saîd Nursî Haz ...

;