Kütüphanemiz

Sitemizde bulunan yayınları online ücretsiz okuyabilirsiniz.

İptal
Filtreler
Göre Sırala

MAKALE DETAY

Risâle-i Nûr, her şeye kâfî midir?

Risâle-i Nûr, her şeye kâfî midir?

O gizli komitenin, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin “Kastamonu Lâhika”sında geçen “Risâletü’n-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip, “Başka İslâmî eserlere, hattâ Kur’ân, Hadîs ve fıkha ihtiyâc yoktur” gibi bir ma‘nâ vermelerine cevâb mâhiyyetinde mezkûr mektûbun şerh ve îzáhıdır.

Önce mektûbun aslını okuyalım:

Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâsları olan kardeşlerime bugünlerde vukú‘ bulan bir hâdise münâsebetiyle beyân ediyorum ki; Risâletü’n-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor. Kat‘í ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nûr’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nûr o yolu kestirir, îmân-ı hakíkıyye îsâl eder.

Bu fakír kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütáleayla ba‘zan bir günde bir cild kitâbı anlayarak mütálea ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resâilü’n-Nûr bana kâfî geliyorlardı. Bir tek kitâba muhtâc olmadım, başka kitâbları yanımda bulundurmadım. Risâletü’n-Nûr çok mütenevvi‘ hakáika dâir olduğu hâlde, te’lîfi zamânında, yirmi seneden beri ben muhtâc olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyâde muhtâc olmamak lâzım gelir.

Hem mâdem ben sizlere kanâat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgúl olmuyorum; siz dahi Risâletü’n-Nûr’a kanâat etmeniz lâzımdır, belki bu zamânda elzemdir.

Hem şimdilik ba‘zı ulemânın yeni eserlerinde meslek ve meşreb ayrı ve bid‘atlara müsâid gittiği için, Risâletü’n-Nûr zındıkaya karşı hakáik-ı îmâniyyeyi muhâfazaya çalışması gibi, bid‘ata karşı da hurûf ve hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza etmek bir vazífesi iken, hás talebelerden birisi bi’l-fiil hurûf ve hatt-ı Kur’âniyyeyi ders verdiği hâlde, sırrı bilinmez bir hevesle, hurûf ve hatt-ı Kur’âniyyeye, ilm-i dîn perdesinde te’sîrli bir súrette darbe vuran ba‘zı hocaların darbede isti‘mâl ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o hás talebelere karşı bir gerginlik hissettim; sonra îkáz ettim. Elhamdü lillâh ayıldılar. İnşâelláh tamâmen kurtuldular.

Ey kardeşlerim!

Mesleğimiz, tecâvüz değil, tedâfü‘dür. Hem tahrîb değil, ta‘mîrdir. Hem hâkim değiliz, mahkûmuz. Bize tecâvüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakíkatler var. O hakíkatlerin intişârına bize ihtiyâcları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyyetli vazífe zedelenir ve muhâfazası lâzım olan ve birer táifeye mahsús bir kısım esâslar ve álî hakíkatler kaybolmasına vesîle olur.

Meselâ, hâdisât-ı zamâniyye bahânesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev‘ıne zemîn ihzâr etmek tarzında, ba‘zı ruhsat-ı şer‘ıyyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risâletü’n-Nûr, gerçi umûma teşmîl súretiyle değil, fakat herhâlde hakíkat-i İslâmiyyenin içinde cereyân edip gelen esâs-ı velâyet ve esâs-ı takvâ ve esâs-ı azîmet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince, fakat ehemmiyyetli esâsları muhâfaza etmek bir vazífe-i asliyyesidir. Sevk-ı zarûretle, hâdisâtın fetvâlarıyla onlar terk edilmez.[1]

Bu mektûbun şerh ve îzáhına geçmeden önce bir mukaddime zikredilecektir.

MUKADDİME

On yedi mes’eledir.

Birinci Mes’ele: O gizli zındıka komitesi, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin bu mektûbda geçen, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesini ele alıp, bu cümlede geçen “hakáik-ı İslâmiyye” kaydını zikretmeyerek ve bu mektûbu bir bütün olarak nazara almayarak; kayıtsız ve şartsız “Risâle-i Nûr kâfîdir; başka eserleri okumaya ihtiyâc yoktur” şeklinde tahrîf etmek súretiyle “Kur’ân, Hadîs, Kelâm, Fıkıh ve sâir ulûm-i dîniyyeye ihtiyâc yoktur” gibi bâtıl bir düşünceyi Müslümânlar arasına atmıştır. Tâ ki, Müslümânları Kur’ân, Hadîs, Kelâm, Fıkıh ve sâir ulûm-i dîniyyeden uzaklaştırsın.

Evet, yaklaşık 250 seneden beri o gizli zındıka komitesi, bir kısım tarîkatçılara, bir kısım medrese ehline ve yaklaşık 40-50 seneden beri bir kısım Risâle-i Nûr okuyucularına yanaşıp onları elde ederek istikámetli mecrâdan çevirmişlerdir. Şöyle ki:

O gizli ecnebî komite, ba‘zı tarîkatçılara, “Sizler ehl-i kalb ve ehl-i keşifsiniz; ledünnî ilim erbâbısınız. Şerîat, avâmın yoludur; tarîkat, onun özüdür. Zikir size kâfîdir. Kur’ân, Hadîs, Fıkıh ve sâir ulûm-i dîniyyeyi okumanıza gerek yoktur. Záhirî ilimleri tahsíl etmekten ziyâde keşif ve velâyet lâzımdır” gibi sözlerle onları aldatmak súretiyle câhil bıraktılar. Böylece tekyeleri Kur’ân, Hadîs, Fıkıh ve sâir ulûm-i dîniyyeden tecerrüd ettirdiler. Hem bu husústa ba‘zı muhakkık ehl-i velâyetin sözlerini de te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip o fâsid te’vîlleri da‘vâlarına delîl yaptılar.

Yine o gizli komite, ba‘zı medrese ehline, yalnızca Arab dilinin meziyyetlerini gösterip, bir nev‘í lâfızperestlik hastalığına sürükleyerek; Kur’ân ve Hadîs’in ma‘nâsını öğrenmeye ve ulûm-i áliyyeyi tahsíl etmeye bedel, himmetlerini ibâre çözmeye ve ulemânın şerh ve îzáhları üzerinde münâkaşaya hasrettirdiler. “Ulûm-i Arabiyye size kâfîdir. Kur’ân ve Hadîs’in ma‘nâsını daha sonra kendi kendinize öğrenirsiniz” diyerek onları aldattılar. Bu sebeble bir çok medresede yalnızca ulûm-i Arabiyye, ya‘nî âlet ilimleri okutulmakta, Kur’ân ve Hadîs’in ma‘nâları ders verilmemektedir. Böylece o gizli komite, medreseleri de ulûm-i áliyye olan Kur’ân, Hadîs, Akáid ve Fıkıh’dan tecerrüd ettirdiler.

Hem yine o gizli komite, yaklaşık 40-50 seneden berî ba‘zı Risâle-i Nûr okuyucularına yanaşarak, “Risâle-i Nûr size kâfîdir. Başka kitâb okumanıza ihtiyâc yoktur. Fıkıh, zâten teferruát mes’elelerinden bahseder. Mühim olan fıkh-ı ekber tesmiye edilen îmân hakíkatleridir. Kur’ân ise yüzünden okuyacağınız mübârek bir kitâbdır. Kur’ân’ın ma‘nâsını Risâle-i Nûr beyân etmiştir. Hadîs ise Risâle-i Nûr’da ihtiyâc kadar mevcûddur. Hem Kur’ân ve Hadîsi okusanız da anlamazsınız. Belki kafanız karışır. Onun için siz, sâdece Risâle-i Nûr’u okuyun!” deyip, bu fikri Risâle-i Nûr okuyucuları arasında yerleştirdiler. Hem bu ma‘nâda Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın ba‘zı mücmel cümlelerini alıp, onları mevzú‘ ve makámından kaydırarak, başka yerlerdeki mufassal ifâdelerine bakmadan ve edille-i şer‘ıyyeyi de mihenk yapmadan te’vîlât-ı fâside ile ma‘nâ ederek da‘vâlarına delîl yaptılar. Maalesef pek çok kimseleri de bu desîseleriyle aldattılar. Böylece Risâle-i Nûr dershánelerini de Kur’ân, Hadîs, Fıkıh ve diğer ulûm-i dîniyyeden tecerrüd ettirdiler.

O gizli ecnebî komite, bu mezkûr üç táife gibi bir kısım ilâhiyâtçıları da aldatarak, “Eski ulemâ, Kur’ân’ı ve Hadîs’i anlamamışlar, sizler ise araştırma ehlisiniz ve ünvân sáhibisiniz. Kur’ân ve Ehâdis-i Nebeviyyeyi asra göre yeniden yorumlamalısınız ve bu sizin vazífenizdir” diyerek onların ilmî enâniyyetlerini okşadılar ve onları cumhûr-i ulemâ ve müfessirîn-i izámın îzáhlarına muhálif fâsid te’vîllerle Kur’ân âyetlerini ve Hadîs-i şerîfleri te’vîl etmeye sevk ettiler. Böylece “dînde reform” adı altında Kur’ân ve Hadîs’i maksúd ma‘nâlarından saptırmak súretiyle Álem-i İslâm içinde pek çok resmî kuruluş ve tedrîsât mahallerinde bu sinsi plânı yerleştirdiler ve dîne muhálif bir çığır açtılar.

Hâlbuki, en ámî bir mü’mine bile “Dîn nedir?” diye sorulsa, “Kur’ân ve Hadîsdir” diyecektir. Fakat, insân, başkasının te’sîri altında kaldığı ve mes’eleye bir tek zâviyeden baktığı zamân en záhir olan bir hakíkati bile görmesi müşkilleşmekte ve bizi böyle bedîhî mes’eleleri îzáh etmeye mecbûr etmektedir.

İHTÁR: O gizli zındıka komitesi, tekyelerden, medreselerden, Risâle-i Nûr dershánelerinden ve ilâhiyâtlardan Kur’ân ve Hadîs’in ma‘nâsını ders verecek bir tedrîsât usûlünü ortadan kaldırmak plânını, devletin ba‘zı resmî erkânını elde etmek súretiyle gerçekleştirdiler.

İkinci Mes’ele: Ma‘lûm olduğu üzere; şu dîn-i mübîn-i İslâmın temeli ve menbaı Kur’ân-ı Azímü’ş-şân ve Resûl-i Ekrem (asm)’ın hadîs-i şerîfleridir. Bütün İslâmî kitâblar ise, Kur’ân ve Hadîs’in âyine ve dellâllarıdır; vekîl ve gölgeleri değildir. Bu sebeble, İslâmî kitâblara ma‘nâ-yı ismiyle, ya‘nî müstakil birer eser nazarıyla bakmak hatádır. Belki o kitâblara ma‘nâ-yı harfîyle, ya‘nî Kur’ân ve Hadîs’in ma‘nâsını beyân eden birer âyine ve dellâl nazarıyla bakmalı ve o kitâbların müelliflerinin, o ma‘nâları hangi âyet ve hadîslerden çıkardıklarına nazar etmeli; böylece me’hazdeki kudsiyyeti anlamalıdır.

Risâle-i Nûr eserleri de bu káidenin dışında kalamaz. Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyye cihetinde Kur’ân ve Hadîs’in âyinesi ve dellâlıdır. Ona müstakil bir eser nazarıyla bakmak hatádır.

Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri “Sünûhât” isimli eserinde, “Kur’ân’ın Hâkimiyyet-i Mutlakası” başlığı altında bu husústa şöyle buyurmaktadır:

Ümmet-i İslâmiyyenin ahkâm-ı dîniyyede gösterdiği teseyyüp ve ihmâlin bence en mühim sebebi şudur: Erkân ve ahkâm-ı zarûriye -ki yüzde doksandır- bi’z-zât Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsîri mâhiyyetinde olan Sünnetin malıdır. İctihâdî olan mesâil-i hılâfiyye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesâil-i hılâfiyye ile erkân ve ahkâm-ı zarûriyye arasında azím tefâvüt vardır. Mes’ele-i ictihâdiyye altın ise, öteki birer elmas sütûndur. Acabâ doksan elmas sütûnu on altının himâyesine vermek, mezc edip tâbi‘ kılmak câiz midir?

Cumhûru, bürhândan ziyâde, me’hazdeki kudsiyyet imtisâle sevk eder. Müctehidînin kitâbları vesîle gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekîl, gölge olmamalı.

Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzûmdan tebeí olarak lâzıma intikál eder ve lâzımın lâzımına tabií olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasdla eder. Bu ise gayr-ı tabiídir.

Meselâ, hükmün me’hazı olan şerîat kitâbları melzûm gibidir. Delîli olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdân olan kudsiyyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhûrun nazarı kitâblara temerküz ettiğinden, yalnız hayâl meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdân lâ-kaydlığa alışır, cümûdet peydâ eder.

Eğer zarûriyyât-ı dîniyyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabií olarak müşevvik-ı imtisâl ve mûkız-ı vicdân ve lâzım-ı zâtî olan kudsiyyete intikál ederdi. Ve bu súretle kalbe meleke-i hassâsiyyet gelerek, îmânın ihtárâtına karşı asamm kalmazdı.

Demek, şerîat kitâbları, birer şeffâf cam mâhiyyetinde olmak lâzım gelirken, mürûr-i zamânla, mukallidlerin hatásı yüzünden paslanıp hicâb olmuşlardır. Evet, bu kitâblar, Kur’ân’a tefsîr olmak lâzımken, başlı başına tasnîfât hükmüne geçmişlerdir.

Hâcât-ı dîniyyede cumhûrun enzárını doğrudan doğruya, câzibe-i i‘câz ile revnakdâr ve kudsiyyetle hâledâr ve dâimâ îmân vâsıtasıyla vicdânı ihtizâza getiren hıtáb-ı Ezelînin timsâli bulunan Kur’ân’a çevirmek üç tarîkledir:

1. Ya müellifînin bi-hakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyyeti tenkídle kırıp o hicâbı izâle etmektir. Bu ise tehlikedir, insáfsızlıktır, zulümdür.

2. Yâhúd, tedrîcî bir terbiye-i mahsúsayla kütüb-i şerîatı şeffâf birer tefsîr súretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i müctehidînin kitâbları gibi, ‘Muvattá’, Fıkh-ı Ekber’ gibi. Meselâ, bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa, İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamâna muhtâcdır.

3. Yâhúd cumhûrun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicâbın fevkıne çıkararak, üstünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hális malını yalnız ondan istemek ve bi’l-vâsıta olan ahkâmı vâsıtadan aramaktır. Bir álim-i şerîatın va’zına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin va’zındaki olan halâvet ve câzibiyyet bu sırdan neş’et eder.

Umûr-i mukarreredendir ki, efkâr-ı ámmenin bir şeye verdiği mükâfât, gösterdiği rağbet ve teveccüh, ekserîyâ o şeyin kemâline nisbeten değildir; belki ona derece-i ihtiyâc nisbetindedir. Bir saatçinin bir allâmeden ziyâde ücret alması bunu te’yîd eder.

Eğer cemâat-i İslâmiyyenin hâcât-ı zarûriyye-i dîniyyesi bi’z-zât Kur’ân’a müteveccih olsaydı; o Kitâb-ı Mübîn, milyonlarca kitâblara taksîm olunan rağbetten daha şedîd bir rağbete, ihtiyâc netîcesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu súretle nüfûs üzerinde bütün ma‘nâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle teberrük olunan bir mübârek derecesinde kalmazdı.[2]

 Mâdem Üstâd Bedüzzamân Hazretleri bu noktada bu kadar tahşîdât yapmıştır; o hâlde onun eserlerine de hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi beyân etme noktasında Kur’ân ve Hadîs’in tefsîri niyyetiyle bakılmalıdır, müstakil bir eser nazarıyla bakılmamalıdır. Hem “Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten sonra en büyük bir hüccet-i îmâniyye” olarak kabûl edilmeli; Kur’ân ve Hadîs’in yerine vaz‘ edilmemelidir!!!

Üçüncü Mes’ele: Biz Kur’ân ve Hadîs’i anlamadığımız için Kur’ân ve Hadîs’i okumuyoruz. Risâle-i Nûr bize kâfîdir” demek çok büyük bir hatádır. Çünkü, ulemâ-i İslâm, “Kur’ân’ın ma‘nâsı anlaşılmaz” diye bir söz sarf etmenin çok tehlikeli olduğunu beyân etmiş, hattâ ba‘zı ulemâ bunu elfâz-ı küfriyyeden saymışlardır. Çünkü, bu söz,

وَهذَا لِسَانٌ عَرَبِىٌّ مُبينٌ  Bu Kur’ân, ma‘nâsı gáyet açık Arabça bir lisândır[3]{cke_protected_1} gibi pek çok sarâhat-i Kur’âniyyeye ve Kur’ân’ın en büyük bir i‘câzı olan belâğat ve fesâhatine muháliftir. Fahr-i Râzî tefsîrinde ve Bedîuzzamân (ra) da bir çok eserinde husúsan “Yirmi Beşinci Söz”de Kur’ân’ın beşerin bütün tabakátına hıtáb ettiğini, hattâ en bedevî bir adamın, İbn-i Sînâ zekâsındaki bir álimle berâber Kur’ân’dan aynı dersi aldığını ve istifâde ettiğini isbât etmişlerdir. Bu eserlere mürâcaât edilsin.

Evet, insân, câhil olarak dünyâya gelir. Sonra ilim vâsıtasıyla tekemmül eder. İlmin başı ve esâsı ise ma‘rifetulláh ve muhabbetulláhdır. Bu ise îmân ve ubûdiyyetle elde edilir. Îmân ve ubûdiyyeti bize ders veren asıl kaynak ise Kur’ân ve Hadîs’dir. Kur’ân ve Hadîs’i anlamak için de ba‘zı ilimleri öğrenmek ve bu konuda gayret sarf etmek lâzımdır. Dünyevî bir menfaat için günde elli tâne ecnebî kelimeyi öğrenen ve bir malı daha ucuza almak için elli yere soran bir insânın, saádet-i dâreynin anahtarı olan Kur’ân ve Hadîs’i anlamak için ne kadar çalışması lâzım geldiği kıyâs edilsin.

Kur’ân ve Hadîs, dünyâda en rahat anlaşılan bir kitâb olmakla berâber, esrârı da bitmez ve tükenmez. Hazret-i Peygamber (asm) dışında Kur’ân’ın künh-i esrârının tamâmına kimse vâkıf olamaz. Peygamber (asm)’dan sonra ise; bir şahıs tek başına Kur’ân’ın ma‘nâsını tamâmıyla anlayamaz. Asr-ı saádetten tâ kıyâmete kadar bütün ulemâ-i ümmet birleşse, ancak Kur’ân’ın künh-i esrârını tamâmen anlayabilir. Çünkü, Kur’ân, her asrın maddî ve ma‘nevî ihtiyâclarına cevâb veren bir Kitâb-ı Mukaddestir. Ulemâ-i İslâm ise, Kur’ân’ın kendi asırlarına bakan vücûhunu menbaından alıp o asrın anlayışına göre ders vermişlerdir.

Dördüncü Mes’ele: Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın “Muhâkemât” ve “İşârâtü’l-İ‘câz” adlı eserlerinde îzáh ettiği üzere; Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’daki müşkilât, lâfzın muğlâk olmasından değil; belki ma‘nânın dakík ve derin olmasından kaynaklanmaktadır. Belâğat-ı Kur’âniyye ise, lâfzın altında gizli olan o dakík ve derin ma‘nâları mümkün olan en kolay ve anlaşılır súrette beyân eden bir anahtar mesâbesindedir. İlm-i belâğatı bilmeyen, o derin ma‘nâları anlayamaz.

Hem Kur’ân’ın ictihâd ve dirâyet isteyen müteşâbihât kısımları yüzde ondur. Yüzde doksan ise muhkemâttır ve ma‘nâsı gáyet açıktır. Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın dediği gibi, elmas sütûn hükmünde olan doksan muhkemât-ı Kur’âniyye, altın hükmünde olan on müteşâbihâtâ tâbi‘ edilmez. Yüzde doksan muhkemâtı doğrudan doğruya Kur’ân ve Hadîs’ten, yüzde on müteşâbihât ve müşkilât kısmı ise ulemânın ictihâdı vâsıtasıyla alınmalıdır. Fakat, o ictihâdâta dahi, “O álim ne diyor” diye değil; belki o ictihâdâtın hangi âyet ve hadîsten nasıl istinbât edildiğine bakılmalıdır.

Beşinci Mes’ele: Bir Müslümâna dînin zarûriyyât kısmını edâ etmek farz olduğu gibi; o zarûriyyât-ı dîniyyeyi hakkıyla yerine getirmek için lüzûmlu bilgileri öğrenmek de farzdır. O zarûriyyât, hangi mes’ele ile alâkalı ise, o mes’eleyle ilgili kaynaktan öğrenilmelidir. Meselâ; fıkhî mesâil fıkıhtan, i‘tikádî mesâil akáid kitâblarından öğrenilmelidir. Meselâ; kendisine namâz farz olan bir kişiye, namâzı sahîh olacak kadar gerekli mes’eleleri Kur’ân ve Hadîs’in fıkhî cebhesini îzáh eden fıkıh kitâblarından öğrenmesi ve namâzı sahîh olacak kadar Kur’ân’dan ezber yapması farzdır. Hem meselâ; alışveriş yapan bir kimsenin, Kur’ân ve Hadîs’in fıkhî cebhesini îzáh eden fıkıh kitâblarından o husúsa temâs eden mes’eleleri öğrenmesi farzdır. Mehmed Feyzi Efendi’nin dediği gibi: “Farzdan evvel farz, ilimdir. Farz içinde farz, ihlâstır.

Bir kimsenin cem‘ıyyetle alâkalı olan bir mes’eleyi Kur’ân ve Hadîs’ten öğrenmesi ise farz-ı kifâyedir. Ya‘nî, gerektiğinde ümmete o ilmi ulaştırabilecek kadar kişinin o mes’eleleri Kur’ân ve Hadîs’ten öğrenmesi ümmete farz-ı kifâyedir. Bu sebeble, bir nûr talebesine her mü’min gibi kendisine lâzım olan zarûriyyât-ı dîniyyeye áid mesâili, Kur’ân ve Hadîs’in fıkhî veyâ i‘tikádî cebhesini beyân eden fıkıh ve akáid kitâblarından öğrenmesi farz-ı ayn olduğu gibi; cem’iyyete lâzım olan bir mes’eleyi Kur’ân ve Hadîs’ten öğrenmesi ise farz-ı kifâyedir. Çünkü, Risâle-i Nûr talebeleri, irşâd ve teblîğ vazífesiyle mükelleftirler. Cemâatin başında bulunan ve ümmeti irşâd eden eşhásın ise, Kur’ân ve Hadîs’ten farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olan kısımlarını, -velev mücmelen de olsa- bilmesi farzdır. Tâ ki, ümmeti istikámet dâiresinde irşâd edebilsinler.

Hem adem-i kabûl başkadır, kabûl-i adem başkadır. Biri lâ-kaydlık, diğeri reddir. Buna binâen, bir kimsenin Kur’ân ve Hadîs’ten farz-ı ayn olan kısmını -inanmak şartıyla- ihmâlkârlık edip okumaması günâhtır, bid‘at değildir. Farz-ı kifâye olan kısmını ise, başkaları okuyorlar diye okumaması da mes’ûliyyeti mûcib değildir. Fakat, Kur’ân ve Hadîs okumamayı bir meslek, bir hizmet tarzı olarak kabûl etmek ve bunu dîn nâmına müdâfaa etmek ve böyle yanlış bir cadde açmak, kabûl-i adem olduğundan, bid‘attır. Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, Sünnet-i Seniyyenin merâtibini anlatırken bu mes’eleyi şöyle ifâde etmiştir:

Farz ve vâcib kısmında ittibâa mecbûriyyet var; terkinde azâb ve ıkáb vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir. Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-i îmân mükelleftir; fakat terkinde azâb ve ıkáb yoktur. Fiilinde ve ittibâında azím sevâblar var. Ve tağyîr ve tebdîli bid‘a ve dalâlettir ve büyük hatádır.[4]

Altıncı Mes’ele: Üstâd Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerinin, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesinde geçen “hakáik-ı İslâmiyye” ta‘bîrinden murâd: altı erkân-ı îmâniyye ile beş esâsât-ı İslâmiyyenin hulâsası olan esâs-ı ubûdiyyettir. Ya‘nî, Risâle-i Nûr,

a) Altı erkân-ı îmâniyyeyi aklî delîllerle isbât etmek,

b) Beş esâsât-ı İslâmiyyenin ma‘nâ, hikmet, esrâr ve ehemmiyyetini beyân etmek noktasında kâfîdir.

Hulâsa: Altı erkân-ı îmâniyye ve beş esâsât-ı İslâmiyyeyi aklî delîllerle isbât etmek husúsunda Risâle-i Nûr kâfîdir, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor, demektir.

Yedinci Mes’ele: Müellif (ra)’ın, “Risâletü’n-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor”cümlesi, Üstâd Hazretlerinin, “Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten sonra en mühim bir hüccet-i îmâniyyedir” cümlesiyle mukayyeddir. Ya‘nî, “Risâle-i Nûr, kendi konusu olan hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin isbâtı husúsunda Kur’ân ve Hadîs’ten sonra kâfîdir” demektir. Yoksa, Müellif (ra)’ın bu cümlesi, “Başta Kur’ân ve Hadîs olmak üzere sâir İslâmî kitâbları okumaya ihtiyâc yoktur” ma‘nâsında değildir. Ancak Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye cihetinde Kelâm ve Tasavvuf ilimlerine ihtiyâc bırakmıyor. Zîrâ, hakáik-ı îmâniyyenin aklî delîllerle isbâtı husúsunda kelâm ilminin serd ettiği delîllere bedel; Risâle-i Nûr daha kuvvetli delîller serd eder. Tasavvuftaki İmkân Álemi’nin keşfinden sonra Vücûb Álemi’ni keşfetmeye bedel; Risâle-i Nûr, Álem-i İmkân’la Álem-i Vücûbu berâber ders verir. Ya‘nî, her bir eserde bütün âsârı, her bir fiilde bütün ef‘áli, her bir isimde bütün esmâyı gösterir. Böylece, tasavvufun en son mertebesinde elde edilebilen hakáikı ve keşfiyyâtı, Risâle-i Nûr ilk derste verir ve akıl ile kalbi birleştirir. “Âyetü’l-Kübrâ risâlesi bunun delîlidir. Bu husústa Müellif (ra) şöyle buyurmaktadır: 

Álemde her bir şey, bütün eşyâyı kendi Hálık’ına verir. Ve dünyâda her bir eser, bütün âsârı kendi müessirinin eserleri olduğunu gösterir. Ve kâinâtta her bir fiil-i îcâdî, bütün ef‘ál-i îcâdiyyeyi kendi fâilinin fiilleri olduğunu isbât eder. Ve mevcûdâta tecellî eden her bir isim, bütün esmâyı kendi müsemmâsının isimleri ve ünvânları olduğuna işâret eder. Demek, her bir şey, doğrudan doğruya bir bürhân-ı vahdâniyyettir ve ma‘rifet-i İlâhiyyenin bir penceresidir. 

Evet, her bir eser, husúsan zî-hayât olsa, kâinâtın küçük bir misâl-i musaggarıdır ve álemin bir çekirdeğidir ve küre-i Arz’ın bir meyvesidir. Öyle ise; o misâl-i musaggarı, o çekirdeği, o meyveyi îcâd eden, herhâlde bütün kâinâtı îcâd eden yine O’dur. Çünkü, meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olamaz. Öyle ise, her bir eser, bütün âsârı müessirine verdiği gibi; her bir fiil dahi bütün ef‘áli, fâiline isnâd eder. Çünkü, görüyoruz ki, her bir fiil-i îcâdî, ekser mevcûdâtı ihâta edecek derecede geniş ve zerreden şümûsa kadar uzun birer kánûn-i Hallâkıyyetin ucu olarak görünüyor. Demek, o cüz’î fiil-i îcâdî sáhibi kim ise, o mevcûdâtı ihâta eden ve zerreden şümûsa kadar uzanan kánûn-i küllî ile bağlanan bütün ef‘álin fâili olmak gerektir. Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı îcâd eden ve Arz’ı ihyâ eden zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcûdâtı tahrîk edip, tâ Şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı zât olmak gerektir. Çünkü, kánûn bir silsiledir, ef‘ál onun ile bağlıdır. 

Demek, nasıl her bir eser, bütün âsârı müessirine verir ve her bir fiil-i îcâdî, bütün ef‘áli fâiline mâl eder. Aynen öyle de: Kâinâttaki tecellî eden her bir isim, bütün isimleri kendi müsemmâsına isnâd eder ve onun ünvânları olduğunu isbât eder. Çünkü, kâinâtta tecellî eden isimler, devâir-i mütedâhıle gibi ve ziyâdaki elvân-ı seb‘a gibi biribiri içine giriyor, biribirine yardım ediyor, biribirinin eserini tekmîl ediyor, tezyîn ediyor. Meselâ: Muhyî ismi bir şeye tecellî ettiği vakit ve hayât verdiği dakíkada Hakîm ismi dahi tecellî ediyor, o zî-hayâtın yuvası olan cesedini hikmetle tanzím ediyor. Aynı hâlde Kerîm ismi dahi tecellî ediyor; yuvasını tezyîn eder. Aynı ânda Rahîm isminin dahi tecellîsi görünüyor; o cesedin şefkatle havâicini ihzâr eder. Aynı zamânda Rezzâk ismi tecellîsi görünüyor; o zî-hayâtın bekásına lâzım maddî ve ma‘nevî rızkını ummadığı tarzda veriyor. Ve hâkezâ... 

Demek, Muhyî kimin ismi ise, kâinâtta nûrlu ve muhît olan Hakîm ismi de O’nundur ve bütün mahlûkátı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de O’nundur ve bütün zî-hayâtları keremiyle iáşe eden Rezzâk ismi dahi O’nun ismidir, ünvânıdır. Ve hâkezâ... 

Demek, her bir isim, her bir fiil, her bir eser öyle bir bürhân-ı vahdâniyyettir ki; kâinâtın sahîfelerinde ve asırların satırlarında yazılan ve mevcûdât denilen bütün kelimâtı, kâtibinin nakş-ı kalemi olduğuna delâlet eden birer mühr-i vahdâniyyet, birer hátem-i ehâdiyyettir.[5]

Daha evvel de îzáh ettiğimiz üzere. Kur’ân ve Hadîs, maksúd-i bi’z-zât olan ilimlerdir. Risâle-i Nûr’u ve sâir İslâmî eserleri, Kur’ân ve Hadîs’i anlamak için okumak lâzımdır. 

Fıkha gelince; Üstâd (ra) Hazretleri, yazmış olduğu “27. Söz İctihâd Risâlesi” adlı eserinde fıkhî mesâili, ulemânın fıkıh kitâblarına havâle etmiş; o noktada ictihâd yapmamış ve kendisinin “Şâfiıyyü’l-mezheb” olduğunu ifâde etmişlerdir. 

Biz, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin hakáik-ı îmâniyyede olduğu gibi; fıkhî mesâilde de müctehidîn-i izám kadar bir re’y sáhibi olduğunu kabûl etmekle berâber; o zât-ı muhteremin fıkhî mesáile karışmadığını; belki vazífesinin îmânî mes’eleleri beyân ve tafsíl olduğunu bi’z-zât o zâtın kendi ifâdelerinden anlıyoruz. Bu konuda Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin pek çok ifâdeleri bulunmakla berâber bir kaçını nümûne olarak naklediyoruz: 

Çok emârelerle anlamışız ki: Bu ulûm-i îmâniyyedeki fetvâ vazífesiyle tavzîf edilmişiz.{cke_protected_2}[6]

Haddim ve hakkım değil ki ehl-i ictihâdın vazífesine karışayım.{cke_protected_3}[7]

 “Hem ulemâ-yı İslâm, o kadar tedkíkát-ı sáibe yapmışlar ki, fürûáta dâir tedkíkát-ı amîkaya ihtiyâcları kalmamış. Eğer hakíkí ihtiyâc hissetseydim, böyle fürûáta dâir müctehidînin derin me’hazlarına gidip ba‘zı beyânâtta bulunacaktım.[8] 

Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak hîç bir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücûmunda ta‘mîr için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesîledir. Öyle de, şu münkerât zamânında ve ádât-ı ecânibin istîlâsı ânında ve bid‘aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahrîbâtı hengâmında, ictihâd nâmıyla, kasr-ı İslâmiyyetten yeni kapılar açıp duvarlarından muharriblerin girmesine vesîle olacak delikler açmak, İslâmiyyete cinâyettir. 

Dinin zarûriyyâtı ki, ictihâd onlara giremez. Çünkü, kat‘í ve muayyendirler. Hem o zarûriyyât, kút ve gıdâ hükmündedirler. Şu zamânda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti onların ikámesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyyetin nazariyyât kısmında ve selefin ictihâdât-ı sáfiyâne ve hálisânesiyle, bütün zamânların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu hâlde, onları bırakıp heveskârâne yeni ictihâdlar yapmak, bid‘akârâne bir hıyânettir.{cke_protected_4}[9]{cke_protected_5}

Sekizinci Mes’ele: Risâle-i Nûr, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmak cihetinde tasavvuf ve kelâm ilimlerine bedel, kâfîdir. Zîrâ, Risâle-i Nûr, tasavvuf ve kelâm ilimlerinde tecdîdât yapmış, bu ilimleri Kur’ânî bir hâle getirmiş, asrın anlayışına göre îzáh etmiş ve Kur’ân’a bağlamıştır. Ya‘nî, tasavvuf ve kelâm ilimleri, her ne kadar Kur’ân’dan alınmışsa da, zamânla aslını kaybederek başka bir şekle dönüştüğünden, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri asrın müceddidi olması hasebiyle tasavvuf ve kelâmda tecdîdât yaparak Kur’ânî bir şekil kazandırmıştır. Mektûbun şerh ve îzáhında geçen kelâm ve tasavvufla alâkalı ifâdeler, bu káideye göre mütálea edilmeli; hâşâ kelâm ve tasavvufun tenkíd edildiği gibi bir ma‘nâ anlaşılmamalıdır.

Dokuzuncu Mes’ele: Evet, Risâletü’n-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfîdir. Fakat, Risâle-i Nûr’un hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî olması, başka bir kitâbın okunmaması ma‘nâsına gelmez. Belki, talebenin Risâle-i Nûr’u hakkıyla ve murâd-ı Üstâdâneye muvâfık anlaması için ba‘zı ilimleri bilmesi lâzımdır. Meselâ, Risâle-i Nûr’da tasavvuf, kelâm, tefsîr veyâ hadîs gibi ilimlere áid ba‘zı ilmî ıstılâhlar vardır ki, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri bu ilmî ıstılâhları zikretmiş; fakat ta‘rîf etmemiş ve tafsílâtlı bilgi vermemiştir. O ilmî ıstılâhları anlamak için ilgili kitâblara mürâcaât edilmesi lâzımdır ve bu ihtiyâctan dolayı Üstâd Hazretleri ba‘zı eserlere mürâcaât edilmesini kitâblarında tavsiye etmiştir. Meselâ: 

Eğer bir şübhen varsa, ‘Makásıd’ ve’Mevâkıf’a git! ... 

Eğer o kapı sana açılamadı; ‘Mefâtihü’l-Gayb’ olan İmâm-ı Râzî’nin geniş olan tefsîrine gir ve serîr-i tedrîste o dâhî imâmın halka-i dersinde otur, dersini dînle. 

Eğer onun ile mutmain olamadın; İbrâhîm Hakkı’nın arkasına düş, Hüccetü’l- İslâm olan İmâm-ı Gazâlî’nin yanına git, fetvâ iste... 

Eğer ümmîsin, fetvâyı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren birâderimiz olan Hüseyn-i Cisrî'nin sözünü dinle!.. 

Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakíkatın uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbn-i Hümâm ve Fahrü’l-İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmâm-ı Şâfií’ye git, istiftâ et! ...{cke_protected_6}[10]{cke_protected_7}

Şu pencere, imkân ve hudûsa müesses umûm mütekellimînin penceresidir. Ve isbât-ı Vâcibü’l-Vücûda karşı caddeleridir. Bunun tafsílâtını, ‘Şerhü’l-Mevâkıf’ ve ‘Şerhü’l-Makásıd’ gibi muhakkıklerin büyük kitâblarına havâle ederek, yalnız Kur’ân’ın feyzinden ve şu pencereden rûha gelen bir iki şuáı göstereceğiz.[11]                  

 Mîzân-ı Şârânî mîzânıyla, Şerîat mîzânlarını bu súretle müvâzene edebilirsen et.[12]

Hem Risâle-i Nûr’un ba‘zı eserleri, ihtivâ ettiği konuyla alâkalı ilmin bilinmesini iktizá eder.

 Meselâ, “On Birinci Lem‘a” da sünnet-i seniyyenin ehemmiyyeti ve sünnete ittibâ‘ etmenin lüzûmu ders verilmiş; ancak sünnet-i seniyyeninin neler olduğu ve bu sünnetlerin hayâta nasıl geçirileceği zikredilmemiştir. Bu husús ise; ancak hadîs ve fıkıh kitâblarından öğrenilebilir.

Hem “Yirmi Dördüncü Söz”de hadîslerin doğru anlaşılması “on iki asıl” ile îzáh edilmiştir. Elbette bu ders, ulûm-i hadîs ile alâkalı bir derstir. Bu ilmi bilmeyen, bu dersi tam anlayamaz. Dolayısıyla bu eser hem hadîs okumayı, hem de okunan hadîsleri doğru anlamak ve o hadîslere i‘tirâz etmemek için ulûm-i hadîsi öğrenmeyi zımnen iktizá eder.

Hem Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, “Arabî İşârâtü’l-İ‘câz” tefsîrini belâğat kánûnlarına ve ulûm-i Arabiyyenin düstûrlarına göre yazmıştır. Bu eserin anlaşılması ise, ulûm-i Arabiyye ve ilm-i belâğatı bilmeye ve tefsîr kitâblarını okumaya bağlıdır. Hattâ, müellif (ra) bu mezkûr tefsîrin başında, “Cenâb-ı Hak, bu tefsîri de tam anlayacak adamları yetiştirecek inşâelláh”demektedir.

Hem “İctihâd Risâlesi”ni yazmış. Bu ise, “Müctehid ulemânın fıkıh kitâblarını okuyun ve dört mezheb imâmlarının ictihâdlarından ayrılmayın” diye ma‘nevî bir emirdir.

Hem meselâ Re’fet Bey, “Arz, öküz ile balık üzerindedir” gibi en müşkil hadîsleri sormuş. Hulûsí Bey, ba‘zı âyet ve hadîslerin esrârından ve Sa‘d-ı Teftâzânî, Muhyiddîn-i Arabî gibi ba‘zı ulemânın kitâblarından suâl etmiş. Üstâd Hazretleri de onlara “Risâle-i Nûr kâfîdir. Niye hadîs kitâblarını ve başka ulemânın eserlerini okuyorsunuz?” diye mukábelede bulunmamış; aksine gerekli îzáhatı vermiş ve bir çok yerde “Kádı Iyaz”, “İmâm Şa‘rânî”, “Sa‘d-ı Teftâzânî”, “Seyyid Şerîf Cürcânî”, “Fahreddîn-i Râzî”, “İmâm Rabbânî”, “Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî” gibi pek çok muhakkık ulemânın kitâblarına havâle etmiştir. Ba‘zan da bu kitâblardan nakiller yapmıştır. Hem Risâle-i Nûr’un “Mektûbât” gibi ba‘zı eserleri, bu tür suâllere cevâb sadedinde te’lîf edilmiştir.

İşte Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin bunlar gibi pek çok yerde başka ulemânın kitâblarına havâle etmesi gösteriyor ki; Risâle-i Nûr’da hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin müşkil mes’eleleri açıklanırken, o mesâilin daha iyi anlaşılabilmesi için başka eserlere mürâcaât etmeye de ihtiyâc vardır. Bununla berâber, başta Tasavvuf ve Kelâm olmak üzere mezkûr eserlerin en ince noktalarını bilmeye ihtiyâc yoktur. Ancak temâs edilen konularda mürâcaât edilebilir.

Onuncu Mes’ele: Üç yüz elli bin tefsîr ve milyonlarca kütüb-i İslâmiyye, Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın ma‘nâ ve esrârını beyân etmiştir. Risâle-i Nûr da Kur’ân’ın ma‘nevî bir tefsîridir. Kur’ân, her ihtiyâca kâfî geldiği hâlde, Kur’ân için milyonlarca tefsîr ve şerîat kitâblarının yazılması, hâşâ Kur’ân’a bir nakísa teşkîl etmediği gibi; Müslümânların bu kitâbları okuması da Kur’ân’ı yeterli bulmamalarından dolayı değildir. Belki bu kitâbların okunması, Kur’ân’ın daha iyi anlaşılması içindir.

Kur’ân hakkında geçerli olan bu káide, Risâle-i Nûr hakkında da geçerlidir. O hâlde, Risâle-i Nûr hakkında yapılan şerh ve îzáhlar, Risâle-i Nûr’a bir nakísa teşkîl etmediği gibi; Risâle-i Nûr’un yanında başka İslâmî kitâbların okunması da hakáik-ı îmâniyye cihetinde Risâle-i Nûr’un yeterli bulunmamasından dolayı değildir. Belki bu kitâbların okunması, Risâle-i Nûr’un daha iyi anlaşılması içindir.

O hâlde, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor”sözü mutlak olmayıp, belki mezkûr ma‘nâları ifâde etmektedir.

On Birinci Mes’ele: Tasavvufta şöyle bir káide-i mukarrare vardır ki; záhirî ilimleri bitirenler, tasfiye-i zihin için, ya‘nî záhirî ilimlerle bâtınî ilimleri mezc etmek için bir mürşid-i kâmilin yanına giderlerdi. O kişiler, kábiliyyetlerine göre ba‘zan kırk gün, ba‘zan altı ay, ba‘zan da kırk yıl gibi muvakkat bir zamânda başka ilimlerle iştigál etmezlerdi. O mürşidin tavsiyelerini dinleyerek záhirden hakíkate geçinceye kadar başka kitâbları ve başka evrâdları okumazlardı. Bu hâl ise muvakkat bir zamâna mahsús idi. Tasfiye-i zihin bitip hakíkate geçtikten sonra, kemâlât için diğer kitâbları ve evrâdları okurlardı. Ekser ehl-i tasavvuf, muvakkat bir zamân için böyle bir tasfiyeyi gerekli görmüşlerdir.

İşte Üstâd (ra) Hazretleri de, Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarına hıtáben yazdığı bu mektûbunda aynen bu ma‘nâyı kasdediyor ve bu hakíkati ders veriyor. Ya‘nî, Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri, Mehmed Feyzi gibi zâtlar, záhirî ilim noktasında tekâmül ettikleri için, Müellif (ra) onlara, “Tasfiye-i zihinde bulunurken ve ilm-i hakíkat noktasında tekâmül ederken muvakkat bir zamân için, ya‘nî záhirden hakíkate geçinceye kadar Risâle-i Nûr size kâfîdir. Başka ilimlerle ve başka evrâdla meşgúl olmayınız” buyurmuştur. Ancak, bu hâl muvakkat bir zamâna mahsústur, devâmlı değildir. Hakíkate geçen o zâtlar, diğer kitâbları da okumalı ki, Müslümânların ma‘nevî ihtiyâclarına cevâb verebilsin.

On İkinci Mes’ele: Şerh edeceğimiz bu mektûb, umûma şâmil değildir. Belki, müellif (ra)’ın ifâdesiyle “Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâsları”nın muhátab alındığı bir mektûbdur. Evet, “26. Mektûb Onuncu Mes’ele”de beyân edildiği gibi; Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olması hasebiyle Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleriyle münâsebettâr olanlar ya “dost” olur, ya “kardeş” olur, ya “talebe” olur.    

Evvelâ: Bu mektûbun muhátabı “dost ve kardeş” değildir. Belki “talebe”dir. “Talebeliğin hássası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip sáhib çıksın ve en mühim vazífe-i hayâtiyyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin. 

Sâniyen: Her talebe de değil; belki Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan “sáhib ve vârisleri” ve háslarının hásları olan “erkân ve esâsları” murâddır. Bunlar, záhirî ilimleri bitirip, bâtınî ilimleri de elde etmek súretiyle hakíkate geçmek isteyen kimselerdir.

Bu sebeble bu mektûbu umûma teşmîl etmek hatádır. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri bu mektûbta muhátabını bi’z-zât kendisi, “Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâsları” ve “gerçi umûma teşmîl súretiyle değil” ifâdeleriyle tesbît etmiştir.

On Üçüncü Mes’ele: Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin “Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâsları” cümlesinde geçen “vâris” ta‘bîrinin îzáhı hakkındadır.

Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin “iki” kısım “vâris”leri mevcûddur:

Bir Kısmı: Maddî metrûkâtı ve Risâle-i Nûr eserlerinin basım ve dağıtımıyla alâkalı işlerle ilgilenen vârislerdir ki, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri bu kısım vârislerini şu mektûbuyla açıklamıştır: 

Azîz, Sıddîk Kardeşlerim ve Vârislerim! 

Ecel gizli olmasından, vasıyyetnâme yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risâle-i Nûr’dan olan benim husúsí kitâblarım ve güzel cildlenmiş mecmûalarım vesâir şeylerimin bütününü, gül ve nûr fabrikalarının hey’etine, başta Hüsrev ve Táhirî olarak o hey’etten on iki (**) kahraman kardeşlerime vasıyyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zamân, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sádık ve mübârek ellerde hizmet-i nûriyye ve îmâniyyede çalışsın ve isti‘mâl edilsin. 

Kardeşlerim! Bu vasıyyetten telâş etmeyiniz. Ben, teessürâttan ve dokuz def‘a zehirlenmekten, pek çok zaíf olmakla berâber; gizli münâfıkların desîselerle müteaddid sû-i kasdları için bu vasıyyeti yazdım. Merâk etmeyiniz, inâyet-i Rabbâniyye ve hıfz-ı İlâhî devâm ediyor. 

 (**) Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylân, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdulláh, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo’lu Saíd, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sálih.”{cke_protected_8}[13]{cke_protected_9}

İkinci Kısım: Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerine ma‘nevî ve ilmî cihette vâris olan kimselerdir ki; bunlar záhirî ilimleri elde ettikten sonra bâtınî ilimleri de elde etmek súretiyle hakíkate geçmek isteyen kimselerdir. Bu zevât-ı áliyye, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr’un irşâdâtıyla tekâmül edip -Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinde beyân edildiği tarzda- hakíkatü’l-hakáika geçen ve o hakáikın hakíkí zevkını tadan başta Hacı Hulûsí Bey olmak üzere Hoca Sabri, Mehmed Feyzi, Hâfız Ali, Hasan Feyzi, Hâfız Tevfîk gibi erkân ve esâslardır. Bunlar Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın irşâdıyla tasfiye-i zihin eden ve ilm-i záhir ile ilm-i bâtını mezc eden kimselerdir. Bunların içinde daha yüksek bir makám olan “asrın imâmı”vazífesiyle tavzîf edilmiş biri vardır ki, oda “el-Hâc İbrâhîm Hulûsí Bey”dir. Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, bu ikinci kısım vârislerin birincisi hükmünde olan Hacı Hulûsí Bey‘i eserlerinde şöyle tavsíf eder:

Benim vârisim olan sen.{cke_protected_10}[14] 

Azîz âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’ân’da gayretli arkadaşım ve ders-i esrâr-ı îmânîde zekâvetli ve ferâsetli talebem. VE VEFÂTIMDAN SONRA SADÂKATLİ VÂRİSİM, BİRÂDERZÂDEM...[15] 

Cemâata ‘Sözler’i okumak zamânında, sendeki hissiyât-ı áliyye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hamiyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki: 

Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makám-ı teblîğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’ân Saíd’in vekîli, belki ma‘nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.{cke_protected_11}[16] 

İkinci ru’yân ise: Sana ve Müslümânlara büyük bir beşârettir. Ve sarıklılara ehemmiyyetli bir itâbdır. Onuncu safta iken imâmetin çok ma‘nidârdır. İnşâelláh Cenâb-ı Hak seni, álî bir mertebe olan İmâmlık Mertebesi’ne mazhar eder. Sizi yanımda hâzır edip, sizinle şimdilik bir kaç kelime konuşacağım.{cke_protected_12}[17] 

Sizin gibi hakíkata yetişmiş ve hakíkattaki hakíkí tesellî ve esâslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı îmâniyyenin ve esrâr-ı Kur’âniyyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytánların desâisle tehâcümünden neş’et eden müşkilât ve gam ve kedere karşı sabır ve metânet et ve hüzün ve merâk etme demeye ihtiyâc hissetmem.[18] 

Azîz kardeşim, çendân Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat, ne o, ve ne hîç birisi BENİM HULÛSİ’me yetişmiyorO mektûblar (ekseriyyet-i mutlaka) senin nâmınla yazılmış ve sana gönderiliyor.[19] 

Bütün mektûblarımda ‘Azîz sıddîk kardaşlarım’ dediğim zamân muhlis HULÛSİ saff-ı evvel muhátabların içindedir.{cke_protected_13}[20] 

İşte Üstâd Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerinin şerhini yaptığımız mektûbundaki muhátabı bu ikinci kısım vârislerdir.

جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا كَثيِرًا Cenâb-ı Hak, her iki kısım vârislere hayr-ı kesîr ihsân eylesin.

On Dördüncü Mes’ele: Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın Risâle-i Nûrun dışında başka ders yapmaması ve yanında Kur’ân’dan başka eser bulundurmaması mes’elesine gelince…

Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, Yeni Saíd devresinde sürgün ve esâret altında bulunması sebebiyle kimseyle görüştürülmüyordu ki onlara ders yapsın. Dâimâ tarassud altındaydı, yanına kimse bırakılmıyordu.

Ancak “Arabî İşârâtü’l-İ‘câz” tefsîrini, ileride bu tefsîri tercüme edecek olan Abdülmecid’i ma‘nen muhátab alarak hizmetinde bulunan bir kaç talebesine -Arabca bilmedikleri hâlde- altı ay ders vermiştir. Hem Hacı Hulûsí Bey‘i ma‘nen muhátab alarak Risâle-i Nûr’u ona ders vermiştir. Bu konuda Bedîuzzamân Hazretleri şöyle buyurmaktadır: 

Hulûsí Bey; benim yegâne ma‘nevî evlâdım ve medâr-ı tesellîm ve hakíkí vârisim ve bir dehâ-yı nûrânî sáhibi olacağı muhtemel olan birâderzâdem Abdurrahmân’ın vefâtından sonra, Hulusî aynen yerine geçip o merhûmdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfâya başlamasıyla; ve ben onu görmeden epey zamân evvel ‘Sözler’i yazarken, onun aynı vazífesiyle muvazzaf bir şahs-ı ma‘nevî bana muhátab olmuşcasına, ekseriyyet-i mutlaka ile temsîlâtım onun vazífesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak bana hizmet-i Kur’ân ve îmânda bir talebe, bir muîn ta‘yîn etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum...[21] 

Hîç merâk etme seninle muhâbere MA‘NEN devâm eder. Bütün mektûblarımda ‘Azîz sıddîk kardaşlarım’ dediğim zamân muhlis HULÛSİ saff-ı evvel muhátabların içindedir.{cke_protected_14}[22]

Bedîuzzamân Hazretlerinin, serbest olduğu Eski Saíd devresinde ise talebelerine başta tefsîr ve hadîs olmak üzere bütün medrese ilimlerini ders verdiği bedîhîdir.

Hem Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, doksan kitâbı ezberlediğini ve her gün üç saat meşgúl olmak súretiyle üç ayda bir o kitâbları hâfızasından devrettiğini eserlerinde şöyle ifâde etmektedir: 

Ma‘nevî nûrun -ilim súretinde- beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın kafasında, doksan kitâbın kelimâtı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgúl olarak, hâfızasının sahîfesinin yalnız o kısmını ancak tamâm edebilmiş.{cke_protected_15}[23] 

Bir-iki sene ‘Sarf ve Nahiv’ mebâdîsini gördükten sonra, üç ayda, acîb bir tarzda, kırk-elli kitâbı gûyâ okumuş ve icâzet almış gibi bir hâlet göründü. Bu hal, altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki; o vaz‘ıyyet ulûm-i îmâniyyeyi üç-dört ayda-kısa bir zamânda; ellere verebilecek bir tefsîr-i Kur’ânî çıkacak. Ve o bî-çâre Saíd de onun hizmetinde bulunacak işâretiyle; hem bir zamân gelecek ki, değil on beş sene, belki bir sene de ulûm-i îmâniyyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamâna bir nev‘í işâret-i gaybiyye gibi ma‘nâlar hátıra geliyor.{cke_protected_16}[24] 

Molla Saíd, Bitlis’te iken on beş-on altı yaşlarında idi. Henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmuştu. O zamâna kadar bütün ma‘lûmâtı sünûhât kabîlinden olduğu için, uzun uzadıya mütáleaya lüzûm görmezdi. Fakat, o zamân sinn-i bülûğa vâsıl olduğundan mı veyâhúd siyâsete karıştığından mı, her nedense eski sünûhât yavaş yavaş kaybolmağa başladı. Bunun

üzerine her türlü fenne áid eserleri tedkíke koyuldu. Bilhassa dîn-i İslâma vârid olan şekk ve şübheleri reddetmek içi ‘Metâli‘’ ve ‘Mevâkıf’ nâm eserler ile ulûm-i âliyye اليه  (Sarf, Nahiv, Mantık vesâire) ve áliyyeye عاليه  (Tefsîr ve İlm-i Kelâm)a dâir kırk kadar kitâbı iki sene zarfında hıfzeyledi. Hattâ, her gün okumak şartıyla, hıfzettiği kitâbların üç ayda bir kerre devrine muvaffak oluyordu.[25] 

Herhangi bir kitâbı eline alırsa, anlardı. Yirmi dört saat zarfında ‘Cem‘u’l-Cevâmi‘’, ‘Şerhü’l-Mevâkıf’, ‘İbnü’l-Hacer’ gibi kitâbların iki yüz sahîfesini, kendi kendine anlamak şartıyla mütálea ederdi. O derece ilme dalmıştı ki, hayât-ı záhirî ile hîç alâkadâr görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun sorulan suâle tereddüdsüz deral cevâb verirdi.[26]

Hem şunu iyi anlamak lâzımdır ki; Risâle-i Nûr, şarkın ulûmundan, ya‘nî “kelâm” ve “tasavvuf”tan alınmadığı gibi; garbın fünûnundan, ya‘nî “felsefe”den de alınmamıştır. Doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in i‘câz-ı ma‘nevîsinden gelen ve ilhâm ve istihrâcla yazılmış bir tefsîr-i Kur’ânîdir. Risâle-i Nûr mâdem istihrâcdır, istihrâc da ilim ile olur. Zîrâ, “istihrâc”, belli ilimlere dayanarak Kur’ân ve Hadîs’ten ma‘nâ çıkarmaya denir. Bedîuzzamân Hazretleri, her derde kâfî ve vâfî olan Kur’ân-ı Hakîm’i kendine üstâd-ı hakíkí kabûl etmiş ve Risâle-i Nûr’un te’lîfinde fikrini başka tarafa kaydırmadan doğrudan doğruya Kur’ân’a müteveccih olmuştur. Elbette, Kur’ân’ı anlamak cehâletle mümkün olmadığından, tahsíl ettiği ve ezberlediği ulûm-i İslâmiyye onun için basamaklar hükmüne geçmiştir. Nitekim, Bedîuzzamân (ra) Hazretleri bu hakíkati şöyle ifâde etmektedir: 

Bütün bildiği ulûm-i mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakíkatlarının isbâtına basamaklar yaparak hedefini ve gáye-i ilmiyyesini ve netîce-i hayâtını yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i‘câz-ı ma‘nevîsi, ona rehber ve mürşid ve üstâd oldu.{cke_protected_17}[27] 

Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın yanında Kur’ân’dan başka eser bulundurmamasının sebebine gelince; hem tecrîdde bulunması ve yanına başka kitâbların sokulmasına izin verilmemesi; hem yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, bütün ulûm-i dîniyyeyi tahsíl etmiş ve ulûm-i İslâmiyyenin her birine temel teşkîl edecek eserlerden doksan cild kitâbı hâfızasına almış olmasıdır. Hakíkat-i hâl böyle iken, daha âdâbına uygun abdest almasını bilmeyen kimselerin kendilerini Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerine kıyâs ederek, “Üstâd Hazretleri, yanında Kur’ân’dan başka bir eser bulundurmuyordu. Demek Risâle-i Nûr kâfîdir. Başka bir esere ihtiyâc yoktur” gibi bir düşünceye saplanmaları son derece yanlıştır.

Bir ilim ve fennin içinde sâir ilim ve fenlere dâir mevzú‘lar da bulunur. Bir fende ihtisâsla berâber sâir fenlere icmâlen de olsa vukúfiyyet lâzımdır. Fakat, sâir ma‘lûmâtını ihtisâs yaptığı fenne tâbi‘ ve mütemmim yapmalı, mütehakkim yapmamalı. Tâ ki, o fennin súret-i hakíkıyyesi tezáhür etsin. Karma karışık bir ma‘lûmât deposu olmasın. Üstâd Bedîuzzamân bu noktayı şöyle beyân etmiştir:

 “İlim, ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır. Şöyle müsellemâttandır ki: Hendese gibi bir san‘atta mâhir olan zât, tıp gibi başka san‘atta ámî ve tufeylî ve dahîl olabilir. Ve kavâid-i usûliyyedendir ki: Fakíh olmayan, velev ki usûlü’l-fıkıhta müctehid olsa, icmâ-ı fukahâda mu‘teber değildir. Zîrâ, o, onlara nisbeten ámîdir.

Hem de hakáik-ı târîhiyyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sáhibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veyâ beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umûma el atmak, umûmu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin súret-i hakíkıyyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zîrâ, bir fende mütehassıs ve ma‘lûmât-ı sâiresini mütemmime ve meded verici etmezse, ma‘lûmât-ı perîşânından bir súret-i acîbe temessül edecektir.[28]

İşte bu káidelere binâen, Üstâd Hazretleri de tahsíl ettiği ve mütehassıs olduğu bütün ilimleri Kur’ân’daki hakáik-ı îmâniyyenin fehmine basamaklar yapmıştır.

Bedîuzzamân Hazretleri, tahsíl ettiği bütün ilimleri bâ-husús Tasavvuf ve Kelâm ilimlerini Risâle-i Nûr’a tâbi‘ ve mütemmim yaptığı gibi; bir nûr talebesi de Tasavvuf ve Kelâm ilimlerinin zarûriyyât kısmını Risâle-i Nûr’a tâbi‘ ve mütemmim yapmalıdır.

On Beşinci Mes’ele: Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, enâniyyet-i ilmiyyeden gelen bir sâikle Risâle-i Nûr’u okumayan ve “Selefin kitâblarında bu mevzú‘lar vardır” diyerek  Risâle-i Nûr’a karşı istiğnâ gösteren bir kısım hocalara, “Selef-i Sálihînin ve muhakkıkín-i ulemânın âsârları, çendân her derde kâfî ve vâfi bir hazîne-i azímedir; fakat ba‘zı zamân olur ki, bir anahtar bir hazîneden ziyâde ehemmiyyetli olur. Çünkü, hazîne kapalıdır. Fakat, bir anahtar çok hazîneleri açabilir[29] diyerek Risâle-i Nûr’un o kitâbları reddetmediğini, belki onları doğru ve daha güzel anlamak için bir anahtar olduğunu beyân etmiştir. Bizim de bu tarz-ı nazar ile mes’eleye bakmamız lâzımdır. Ulemâ-yı İslâm kâfî mikdârda o mevzú‘ları kitâblarında yazdığı için, Üstâd Hazretlerinin o mes’eleleri yeniden yazmasına ihtiyâc kalmamıştır. Zâten kendisi bu husúsu şu şekilde beyân etmiştir:

Hem ulemâ-yı İslâm, o kadar tedkíkát-ı sáibe yapmışlar ki, fürûáta dâir tedkíkát-ı amîkaya ihtiyâcları kalmamış. Eğer hakíkí ihtiyâc hissetseydim, böyle fürûáta dâir müctehidînin derin me’hazlarına gidip ba‘zı beyânâtta bulunacaktım.[30]

On Altıncı Mes’ele: Üstâd Bedîuzzamân’ın okunmasını yasak ettiği kitâblar da vardır. Bunlar selef-i sálihînin ve onların caddesinden giden ulemânın kitâbları değil; bid‘at ve dalâlete sevk etmeye müsâid olan ba‘zı yeni yazarların kitâblarıdır. O zamânda Bedîuzzamân (ra)’ın talebeleri Risâle-i Nûr’da ihtisâs sáhibi olmakla berâber, diğer İslâmî kitâblardan da kendilerine lâzım olan mes’eleleri okuyorlardı. Günümüzde olduğu gibi o zamân da ehl-i dalâlet, ba‘zı ulemâ-i sûu kendilerine âlet ederek bid‘at ve dalâlete, husúsan eázım-ı İslâmiyyeyi reddeden Vehhâbîliğin müfrit kısmına ve Melâmîliğin de müferrit kısmına zemîn hâzırlayan ve Latin hurûfu gibi çok bid‘atlara müsâid ve şeáir-i İslâmiyyeye muhálif kitâbları te’lîf ettirdiler. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, talebelerine bu zararlı kitâbları okumalarını yasak ederek, “Risâle-i Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclarınıza kâfîdir” buyurdu.

 Demek, Üstâd Hazretleri, şerh edeceğimiz mektûbtan da anlaşılacağı üzere bu sözü, Vehhâbîlik ve Melâmîliğin müfrit kısmının kaleme aldığı İslâmiyyetin rûhuna muhálif düşünceleri ihtivâ eden eserlerini okumamak için söylemiştir. Üstâd Bedîuzzamân’ın bu sözünü, selef-i sálihînin ve mu‘teber ulemânın kitâblarına teşmîl etmek hatádır.

On Yedinci Mes’ele: Cumhûr-i ulemâya göre herkes her kitâbı okuyamaz. Zîrâ, okunan kitâblarda dîne muhálif düşünce ve fikirler bulunabilir. Bu sebeble, zikredeceğimiz vasıfları hâiz olmayan eşhásın bu kitâbları okuması doğru olmaz; Zîrâ, bu kitâblardan zarar görebilirler. Bu menfî kitâblar, ehl-i bid‘anın ve ehl-i felsefenin kaleme aldıkları kitâblardır. Bu menfî kitâbları ancak kábiliyyeti yüksek, mizâcı sağlam, Kitâb ve Sünnette mâhir, záhirî ve bâtınî ilimleri mezc edip hakíkate geçen zeki ve muhakkık álimler okuyabilirler. Bu eşhásın mihenkleri, edille-i şer‘ıyyedir. Bunlar, dîne muhálif menfî fikirlerin bulunduğu bu nev‘í kitâbları tebeí bir nazarla okurlar, hak ile bâtılı tasfiye ederler, kendi zamânlarındaki Müslümânların o bâtıl efkârdan zarar görmemeleri için hakkı isbât edip o bâtıl efkârı reddederler. İmam Gazâlî, Üstâd Beddiüzzamân gibi. Bu vasıfları hâiz olmayan eşhásın ise bu nev‘í kitâbları okumaları câiz değildir, harâmdır. Bu husústa “Kızıl Îcâz” adlı esere mürâcaât edilsin.

Demek, Kitâb ve Sünnette mâhir, záhir ve bâtınî ilimleri mezc etmiş muhakkık álimler, o kitâblarda mevcûd İslâma muhálif düşünceleri çürütmek için bu nev‘í kitâbları okuyup Kitâb ve Sünnete göre reddiyye yazarlar. Tâ ki, ümmete rehber olup Müslümânları o kitâbların zararlarından muhâfaza etsinler. O reddiyyeler yazılırken bir kısım ulemâ, o ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin fikirlerini zikrettikten sonra o menfî fikirlere cevâb verip çürütmüşlerdir. Bir kısmı da onların bâtıl fikirlerini beyân etmeden doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnetle onların bâtıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Dellâl-ı Kur’ân olan Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri de o ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin kitâblarını okumuş ve Kur’ânî bir üslûbla kaleme aldığı eserlerinde onların bâtıl fikirlerini zikretmeden çürütmüştür. Nasıl ki Kur’ân, kâfirlerin bâtıl fikirlerini mücmelen zikredip onlara cevâb veriyor; Kur’ân’ın tefsîri olan Risâle-i Nûr dahi, Kur’ânî bir tarzda ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin bâtıl fikirlerini zikretmeden doğrudan doğruya o bâtıl fikirleri çürütüyor. Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, şerhini yaptığımız bu mektûbta Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarına, “Siz záhirden hakíkate geçip tekâmül ettikten sonra ancak o ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin kitâblarını okuyabilirsininiz. Hem buna da ihtiyâc yoktur. Zîrâ, ben, bütün o kitâbları okudum ve Kur’ân vâsıtasıyla Risâle-i Nûr’da onların bâtıl fikirlerini zikretmeden o fikirleri çürüttüm. Artık sizin yeniden o kitâbları okumanıza ihtiyâc yoktur, Risâle-i Nûr’a iktifâ edin” buyurmuştur. Záhirî ve bâtınî ilimlerde tekâmül etmeyen talebelerin ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin kitâblarını okumaları câiz değildir. İşte Üstâd Hazretleri, şerhini yaptığımız mektûbta geçen gelecek şu cümleleri bu ma‘nâda söylemiştir:

Bu fakír kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütáleayla ba‘zan bir günde [menfî veyâ müsbet] bir cild kitâbı anlayarak mütálea ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resâilü’n-Nûr bana kâfî geliyorlardı. Bir tek kitâba muhtâc olmadım, başka kitâbları yanımda bulundurmadım. Risâletü’n-Nûr çok mütenevvi‘ hakáika dâir olduğu hâlde, te’lîfi zamânında, yirmi seneden berî ben muhtâc olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyâde muhtâc olmamak lâzım gelir.

Yoksa hâşâ, Üstâdımızın bu cümleleri, başta Kur’ân ve Hadîs olmak üzere selef-i sálihînin ve mu‘teber ulemânın menba-ı hak ve hakíkat olan kitâblarının okunmaması ma‘nâsında değildir. Belki, menfî kitâbların, ya‘nî ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin kitâblarının okunmaması ma‘nâsındadır.

NOT: Mukaddime’nin biraz uzunca olmasının hikmeti, mukaddimede zikredilen káide ve ilmî düstûrların bilinmemesi sebebiyle o gizli komitenin, şerh ve îzáhını yaptığımız mektûba, husúsan, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor” cümlesine yanlış ma‘nâ verip, Müslümânları Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr eserlerinden uzaklaştırmak istemesidir. Biz de mukaddimede zikrettiğimiz káide ve ilmî düstûrlarla, o gizli komitenin te’vîllerinin fâsid olduğunu; Bedîuzzamân Hazretlerinin murâdının o gizli komitenin ortaya koyduğu ma‘nâda olmadığını; Risâle-i Nûr’la berâber diğer İslâmî eserlerin de okunması lâzım geldiğini; Bedîuzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr eserlerinin umûm ümmetin malı olduğunu îzáh etmeye çalıştık.

Şimdi Mukaddime’de geçen esâsât ve düstûrlara göre o gizli ecnebî komitenin, te’vîlât-ı fâside ile te’vîl ettiği ve o fâsid te’vîller sebebiyle pek çoklarının yanlış anladığı Üstâd Bedîuzzamân’ın mektûbunun şerh ve îzáhına geçiyoruz:

ŞERH VE ÎZÁHI:

 (Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâsları olan kardeşlerime)… Müellif (ra)’ın ifâdesiyle bu mektûbun muhátabı, Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarıdır; umûm okuyucular değildir. Mâdem bu mektûb, Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârislere ve háslarının hásları olan erkân ve esâslara hasdır. Öyle ise bu mektûbun umûmî neşrine, Müellif (ra)’ın izni yoktur ve Müellif (ra) bunu, mektûbun sonunda “umûma teşmîl súretiyle değil” kaydıyla da ifâde etmiştir. Eğer bu mektûb umûma şâmil olsaydı; furûzát-ı dîniyyesini bilmeyenler -bugün olduğu gibi- bu mektûbu yanlış anlayacaklardı. Belki bu mektûb, “Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri, Mehmed Feyzi, Hâfız Ali, Hâfız Tevfîk, Hasan Feyzi” gibi furûzát-ı dîniyyesini bilen, záhirî ilimleri elde eden ve hakíkate geçmek isteyen, kısaca záhir ve bâtın ilimlerini mezc etmek súretiyle tekâmül etmek isteyen saff-ı evveldeki talebelerine hásdır. Bu zâtlar, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr’un irşâdâtıyla tekâmül ettikten sonra, derecelerine göre hakíkate kavuşmuşlardır.

Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslar ise iki kısımdır:

Bir Kısmı: Hakíkata yetişmiş ve hakíkattaki hakíkí tesellî ve esâslı sevinci bulmuş zâtlardır ki, bunlar, ehass-ı havâs’dır: Hacı Hulûsí Bey gibi. Nitekim Müellif (ra) bu ma‘nâda Hacı Hulûsí Bey‘e hıtáben şöyle buyurmuştur:

Sizin gibi hakíkata yetişmiş ve hakíkattaki hakíkí tesellî ve esâslı sevinci bulmuş zâtlara...{cke_protected_18}[31]

Diğer kısmı ise: Záhirden hakíkate geçen, fakat birinci kısımdaki zâtlar gibi hakíkatte tam tekâmül edemeyen, ya‘nî “asfiyâ” makámına çıkamayan zevâttır ki, bunlar da “háslar”dır.

Tasavvufta bir káide-i mukarraredir ki, záhirî ilimleri bitirip záhirden hakíkate geçmek isteyenler, kábiliyyetlerine göre ba‘zan kırk gün, ba‘zan altı ay, ba‘zan da kırk yıl gibi muvakkat bir zamânda başka ilimlerle iştigál etmeyip sâdece o mürşidin tavsiye ve irşâdâtını dinleyerek tasfiye-i zihin etmek súretiyle záhirden hakíkate geçinceye kadar başka kitâbları ve başka evrâdları okumazlardı. Zihinleri sáfîleştikten ve ma‘nen tekâmül ettikten sonra yine diğer kitâbları ve evrâdları okurlardı.

Meselâ: Seyyid Şerîf Cürcânî ve Sa‘d-ı Şirâzî gibi zâtlar, önce ilim noktasında tekâmül edip ilimle tam mücehhez olduktan sonra, okudukları ilimlerin hakíkatini anlamak ve bâtınî ilimleri de elde etmek maksadıyla Şâh-ı Geylanî gibi ba‘zı muhakkık mürşidlerin yanına giderler, o zevâtın rahle-i irşâdâtına otururlardı. O irşâdât müddeti ba‘zan kırk gün, ba‘zan altı ay, ba‘zan da kırk yıl devâm ederdi. O zevât, mürşidlerinin tavsiyeleri dışında muvakkat bir zamân için başka kitâbları ve başka evrâdı okumazlardı. Bu, ekser ehl-i tasavvuf mabeyninde mukarrer bir káidedir. Buna “tasfiye-i zihin” denir. Ekser ehl-i tasavvuf, muvakkat bir zamân için böyle bir tasfiyeyi gerekli görmüşlerdir. O muvakkat müddet içinde mürşid olan zâtın ders ve irşâdâtı o gelen zevâta kâfîdir, başka esere mürâcaâta ve başka mürşidi aramaya gerek yoktur.

İşte müellif (ra) da Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarına hıtáben yazdığı bu mektûbunda aynen bu ma‘nâyı kasdediyor ve bu hakíkati ders veriyor. Şöyle ki:

Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri, Mehmed Feyzi gibi zâtlar, ilim noktasında tekâmül ettikleri için, Müellif (ra) onlara, “İlm-i hakíkat noktasında tekâmül ederken ve tasfiye-i zihinde bulunurken, muvakkat bir zamân için, ya‘nî záhirden hakíkate geçinceye kadar, Risâle-i Nûr size kâfîdir. Başka ilimlerle ve başka evrâdla meşgúl olmayınız” buyurmuştur. Ancak bu hâl, muvakkat bir zamâna mahsústur, devâmlı değildir. Hakíkate geçen o zâtların, Müslümânların ma‘nevî ihtiyâclarına cevâb verebilmeleri için diğer kitâbları da okumaları gerekir.

(Bugünlerde vukú‘ bulan bir hâdise münâsebetiyle) bir talebenin Latin hurûfuna cevâz veren bir bid‘atkârın kitâbını okuması münâsebetiyle (beyân ediyorum ki, Risâletü’n-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor.) Metinde geçen“hakáik-ı İslâmiyye” ta‘bîrinden murâd; “altı erkân-ı îmâniyye ile beş esâsât-ı İslâmiyyenin hulâsası olan esâs-ı ubûdiyyet”tir. Ya‘nî, Risâle-i Nûr, îmânın altı rüknünün aklî delîllerle isbâtı ve beş esâsât-ı İslâmiyye olan namâz, oruç, zekât, hac ve kelime-i şehâdetin ma‘nâsı, esrârı ve hikmeti noktasında kâfîdir. O hâlde Risâle-i Nûr, iki noktada kâfîdir.

Birinci Nokta: Risâle-i Nûr, doğrudan doğruya hakáik-ı îmâniyyeyi aklî delîllerle ve mantıkî bürhânlarla isbât etmek noktasında, Kur’ân ve Hadîs’ten sonra kâfîdir. Risâle-i Nûr, îmân esâslarının ta‘rîf, taksîm ve tasnîfâtını yapmamıştır. Bu vazífeyi, kitâb ve sünnetin akíde cihetini beyân eden Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatin akíde ve kelâm imâmlarının kitâbları yapmıştır. Belki Risâle-i Nûr’un vazífesi, onların tesbît ettiği îmân esâsâtının aklî delîllerle isbâtıdır. Hem Risâle-i Nûr, ilm-i kelâm ulemâsının altı erkân-ı îmâniyyeyi aklen isbât etmek husúsunda serd ettikleri delîlleri yeni delîllerle isbât etmek súretiyle müdakkiklik vazífesini yapmıştır. Meselâ; Risâle-i Nûr,

a) Elláh’a îmân rüknünde; zâtî ve sübûtî sıfatların ta‘rîfini, aksâmını, tasnîfâtını kelâm ulemâsının yaptığı tarz ve üslûbda beyân etmiyor.

b) Âhirete îmân rüknünde; sekerât, kabir hayâtı, kıyâmet alâmetleri, kıyâmet hengâmında vücûda gelen hâdiseler, haşir meydânına sevkıyyât, mîzânın nasıl kurulacağı, sırât, Cennet, Cehennem, rü’yetulláh gibi âhirete îmân rüknünde yer alan safhaları tafsílâtıyla beyân etmiyor.

c) Meleklere îmân rüknünde; meleklerin özelliklerinden, vazífelerinden mufassal bahsetmiyor.

d) Peygamberlere îmân rüknünde; peygamberlerin sıfatlarını, Peygamberimizin herkes tarafından bilinmesi gereken târîhçe-i hayâtını anlatmıyor.

Bütün bunları, Kitâb ve Sünnete ve o kitâb ve sünnetin akíde cihetini beyân eden Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatin akíde ve kelâm imâmlarının kitâblarına havâle etmiştir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, Kur’ânî bir üslûbla, bu asırda sarsılmaya yüz tutan erkân-ı îmâniyyenin aklî delîllerle isbâtına çalışmıştır.

İkinci Nokta: Kelime-i şehâdet, savm u salât ve hacc u zekâttan ibâret olan esâsât-ı İslâmiyyenin ma‘nâ, esrâr ve hikmetini beyân etmek noktasında Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten sonra kâfîdir, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor. Ya‘nî, Risâle-i Nûr, namâz, oruç, zekât ve hac ibâdetlerinin fıkhî cihetlerini îzáh etmemiş; bu işi kitâb ve sünnetin fıkhî cihetini beyân eden Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatin müctehid imâmlarının kitâblarına havâle etmiştir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, müctehid ulemânın keyfiyyetini tesbît ettiği esâsât-ı İslâmiyyenin ma‘nâ, esrâr ve hikmetini beyân etmiştir.

İşte, Müellif (ra)’ın bu mektûbda muhátabı; yukarıda beyân edilen iki noktada ihtisâs sáhibi olan, ya‘nî Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatin “akáid ve kelâm imâmlarının” beyân ettiği altı erkân-ı îmâniyyenin esâslarını ve “müctehid ulemânın” îzáh ettiği beş esâsât-ı İslâmiyyenin fıkhî cihetini bilen, tasfiye-i zihin yapmak ve Risâle-i Nûr’la hakíkate geçmek isteyen Hulûsí Bey, Hoca Sabri, Mehmed Feyzi Efendi, Hasan Feyzi, Hâfız Tevfîk, Hâfız Ali gibi Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarıdır. Bu zevât-ı áliyye, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin rahle-i irşâdâtına oturmadan önce Kur’ân ve Hadîs’i anlıyorlar, Kur’ân ve Hadîs’in i‘tikádî ve fıkhî cebhesini îzáh eden akíde ve fıkıh imâmlarının beyân ettikleri furûzát ve esâsât-ı dîniyyelerini biliyorlardı. Ancak, o altı erkân-ı îmâniyye ve beş esâsât-ı İslâmiyyenin mahfî esrâr, hikmet ve hakíkatlarını anlamak ve  Risâle-i Nûr vâsıtasıyla záhirden hakíkate geçmek için Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerine ve Risâle-i Nûr’a talebe olmuşlardır. İşte Müellif (ra), bu ma‘nâda ve bu zevât için, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” demiştir.

Bu nev‘í sözler, eskiden beri yüksek ehl-i velâyet ve ehl-i tarîkat erbâbının kendi hás talebe ve mürîdlerine husúsí olarak ve muvakkat bir zamân için söyledikleri sözlerdir. Meselâ; Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm Gazâlî, İmam Rabbânî gibi zevât-ı áliyyeler, ulûm-i záhiriyyeyi bitirip Kur’ân ve Hadîsde mâhir olan kimselere bu ma‘nâda “Tasfiye-i zihin edinceye kadar; ya‘nî záhirden hakíkata geçinceye kadar muvakkat bir zamân için bizim irşâdâtımız size kâfîdir. Başka eserlere ihtiyâc yoktur” dedikleri gibi; Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri de bu zevât-ı áliyye gibi, kendi hás talebelerine aynı ma‘nâda, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesini söylemiştir. Demek, bu söz “mutlak” olmayıp ve yalnız Üstâd Hazretlerine de mahsús olmayıp bütün meslek ve meşreb erbâbı olan üstâd ve mürşidlerin muvakkat bir zamân için tasfiye-i zihin ve ma‘nen terakkí etmek isteyen talebe ve mürîdlerine söylediği bir düstûrdur.

Müellif (ra) şerhini yaptığımız mektûbta geçen “hakáik-ı İslâmiyye” ta‘bîrini şöyle açıklamıştır:

Nûr fabrikasının sáhibi, Birinci Şuá’ın dördüncü âyeti bahsinde, hakíkat-i İslâmiyyenin  yedi esâsını parlak bir súrette isbât edildiği cümlesine dâir soruyor ki: ‘Erkân-ı İslâmiyyeyi beş biliyoruz?’ Hem vücûb-i zekât rüknü, risâlelerde ne súretle îzáh edildiğini soruyor.

Elcevâb: İslâmın rükünleri başkadır; hakíkat-i İslâmiyyetin esâsları yine başkadır. Hakíkat-i İslâmiyyenin esâsları, altı erkân-ı îmâniyyeyle ve esâs-ı ubûdiyyet ki, İslâmın beş rüknü olan savm, salât, hac, zekât, kelime-i şehâdet mecmûunun hulâsasıdır. Risâle-i Nûr, altı rükn-i îmâniyyeyle bu esâs-ı ubûdiyyeti isbât edip سَبْعَ الْمَثَانى cilvesine mazhariyyeti murâddır.

Vücûb-i zekâtın îzáhından murâd ise, zekâtın teferruát tafsílâtı değil, belki zekâtın hayât-ı ictimâıyyede derece-i lüzûmu ve ehemmiyyetli kıymeti isbât edilmiş demektir. Evet, Risâle-i Nûr’dan evvel yazdığımız risâlelerde, hem de Risâle-i Nûr’un müteaddid yerlerinde, vücûb-i zekâtın hayât-ı ictimâıyyede ne derece ehemmiyyetli olduğu kat‘ıyyen ve vâzıhan isbât edilmiş demektir.[32]{cke_protected_19}

Hem Ramazán orucuyla alâkalı fıkhî bir suâl soran Re’fet Bey‘e cevâb verdikten sonra şöyle demiştir:

Azîz kardeşim, fıkhü'l-ekber olan esâsât-ı îmâniyyeyle meşgúl olduğumuz için, nakle ve ehl-i ictihâdın medârikine ve meâhizine bakan dekáik-ı mesâil-i fer‘ıyyeye zihnim şimdilik ciddî müteveccih olamıyor. Zâten yanımda da kitâblar olmadığı gibi, vaktim de yoktur ki mürâcaât edeyim. Hem ulemâ-yı İslâm o kadar tedkíkát-ı sáibe yapmışlar ki, fürûáta dâir tedkíkát-ı amîkaya ihtiyâcları kalmamış. Eğer hakíkí ihtiyâc hissetseydim, böyle fürûáta dâir müctehidînin derin me’hazlarına gidip ba‘zı beyânâtta bulunacaktım. Belki de, daha o nev‘í hakáika meşgúliyyet zamânları gelmemiş.[33]

Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, fikrini esâsât-ı îmâniyyenin delîllerle isbâtına tevcîh ettiği için, fıkhî mesáile dâir eser yazmadığını; fıkhî mesâille iştigál, vazífesi olmadığını ve buna ihtiyâc da bulunmadığını, “Fıkhü'l-ekber olan esâsât-ı îmâniyyeyle meşgúl olduğumuz için, nakle ve ehl-i ictihâdın medârikine ve meâhizine bakan dekáik-ı mesâil-i fer‘ıyyeye zihnim şimdilik ciddî müteveccih olamıyor” cümlesiyle ifâde etmiştir. Yoksa, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesini -hâşâ- Risâle-i Nûr talebelerinin fıkıh okumamaları gerektiği şeklinde te’vîl etmek büyük bir hatádır. Zîrâ, bütün ulemâ-i İslâmın ittifâkıyla sâbittir ki; her mü’mine, kendisine áid furûzát-ı dîniyyesini öğrenmesi farz-ı ayndır. Meselâ;

a) Kendisine namâz farz olan bir kimseye abdest, gusül ve namâzla alâkalı fıkhî mesâili;

b) Ticâretle uğraşacak bir kimsenin ticâretle alâkalı fıkhî mesâili;

c) Evlenecek bir kimsenin nikâhla alâkalı fıkhî mesâili;

d) Hacca gidecek bir kimsenin hacla alâkalı fıkhî mesâili öğrenmesi farz-ı ayndır.

Acabâ bilinmesi farz-ı ayn olan bu nev‘í fıkhî mesâil, Risâle-i Nûr’da var mıdır? Mâdem yoktur; o hâlde bu nev‘í mesâili öğrenmek için fıkıh kitâblarına mürâcaât edilecektir ve etmek zarûrîdir.

Bedîuzzamân (ra), zikrettiğimiz “Barla Lâhikası 271. Mektûb”unda, fıkhî mes’eleleri öğrenmeyi, ulemâ-yı İslâmın kitâblarına havâle etmiştir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, bir müctehid kadar re’y sáhibi iken, Cenâb-ı Hak onu bu sâhada çalıştırmamıştır. Zîrâ, bu sâhada yazılanlar kâfîdir. Hakáik-ı îmâniyyenin isbâtına ihtiyâc duyulduğu için, Cenâb-ı Hak onu o sâhada istihdâm etmiştir.

Müellif (ra), “Zâten yanımda da kitâblar olmadığı gibi, vaktim de yoktur ki mürâcaât edeyim” cümlesiyle işâret ediyor ki, fıkhî mesâil nakle dayanır ve bu mesâili elde etmek için mutlaka müctehid ulemânın me’hazlerine mürâcaât etmek lâzımdır. Hâlbuki, Üstâd Bedîuzzamân (ra) ise, mesâísini hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin isbâtına hasrettiği ve sürgünde bulunduğu ve yanında başka kitâblar bulunmadığı için, fıkhî mes’elelerle alâkalı kitâb yazmakla meşgúl olamamıştırHem Hicrî 600 yılından i‘tibâren ulemâ-i İslâm, fıkhî alanda ictihâd yapmamış; her ne kadar ictihâd kapısı açık ise de hîç kimse o kapıdan girmeye teşebbüs etmemiştir. Çünkü, bu sâhada ihtiyâc hissetmemişlerdir. Üstâd Bedîuzzamân da diğer ulemâ-i İslâm gibi, fıkhî mesâili yeniden îzáh etmeğe ihtiyâc duymamıştır.

Müellif (ra), “Hem ulemâ-yı İslâm o kadar tedkíkát-ı sáibe yapmışlar ki, fürûáta dâir tedkíkát-ı amîkaya ihtiyâcları kalmamış. Eğer hakíkí ihtiyâc hissetseydim, böyle fürûáta dâir müctehidînin derin me’hazlarına gidip ba‘zı beyânâtta bulunacaktım” cümlesi ile fıkhî mes’eleleri ulemânın kitâblarına havâle ederek, o kitâblardan öğrenmeyi tavsiye etmiştir.

Hem “Belki de, daha o nev‘í hakáika meşgúliyyet zamânları gelmemiş” cümlesiyle işâret ediyor ki, îmânın esâslarının sarsıldığı şu zamânda daha o mes’elelerde derin tedkíkáta girişmeye ihtiyâc yoktur. Fakat, ileride Risâle-i Nûr’un şâkirdleri o mes’elelerde de tedkíkát-ı amîkaya girişecekler ve Risâle-i Nûr’un ikinci vazífesi başladığı ve Şerîat-ı Garrâ o zamânki devletçe tatbîk edildiği zamân, şerîat dâiresinde de tecdîdât yapacaklardır. İnşâelláh!

Risâle-i Nûr’un bahsetmediği bir mevzú‘da veyâ sâhasına girmeyen mesâilde “Risâle-i Nûr kâfîdir” diye bir fikre saplanmak; hem Risâle-i Nûr’u anlamak için gerekli ilmî alt yapısı olmayan kişilere “Risâle-i Nûr kâfîdir” demek, doğru değildir; yanlış bir anlayıştır.

 Eğer farazá “Risâle-i Nûr kâfîdir” sözü, mukayyed ve husúsí olmayıp mutlak ve umûmî olsa idi; o zamân Risâle-i Nûr’un, yemek yemeye veyâ dünyâ için çalışmaya veyâ mektebde fen ve felsefe kitâbları okumaya ve daha bunlar gibi her şeye karşı da kâfî gelmesi lâzım gelirdi. Böyle bir anlayış ise gülünçtür ve akl-ı selîm sáhiblerine yakışmaz.

Hem Bedîuzzamân Hazretlerinin “Risâle-i Nûr kâfîdir” şeklinde bir cümlesi yoktur. Belki Bedîuzzamân Hazretlerine áid olan cümle; Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” şeklindedir. Birinci cümle, mutlak olup gizli ecnebî komitesine áiddir; ikinci cümle ise Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerine áid olup, hem bu cümlede geçen “hakáik-ı İslâmiyye” kaydıyla; hem de bu cümlenin yer aldığı mektûbda geçen pek çok kayıtlarla mukayyeddir. O hâlde, “Risâle-i Nûr kâfîdir” cümlesi, o gizli ecnebî komitenin Müslümânları başta Kur’ân ve Hadîs olmak üzere sâir İslâmî kitâbları okumaktan alıkoymak için ortaya attığı sinsice bir plândır.

Elhâsıl: “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesinden murâd; Risâle-i Nûr, altı erkân-ı îmâniyyenin aklî delîllerle isbâtı ve beş esâsât-ı İslâmiyyenin ma‘nâ, esrâr ve hikmetinin beyânı husúsunda kâfîdir demektir. Yoksa, Risâle-i Nûr, akáidin tafsílâtı ve fıkha dâir mesâilin îzáhatı husúsunda kâfîdir demek değildir.

 (Kat‘í ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nûr’dadır.) Bu cümle, Risâle-i Nûr’un hangi cihetle kâfî olduğunu açıkça beyân etmektedir. Ya‘nî, “Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten sonra îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmak cihetinde Tasavvuf ve Kelâm ilimlerine bedel kâfîdir” demektedir. Zîrâ, Risâle-i Nûr, Tasavvuf ve Kelâm ilimlerinde tecdîdât yapmış, bu ilimleri Kur’ânî bir hâle getirmiş, asrın anlayışına göre îzáh etmiş ve Kur’ân’a bağlamıştır.

Evet, Tasavvuf ve Kelâm ilimleri, her ne kadar Kur’ân’dan alınmışsa da, zamânla başka şekle ifrâğ edildiğinden Kur’ânî bir ders usûlünden çıkmıştı. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, onları tekrâr Kur’ânî bir ders usûlü hâline getirdi. Bu açıklamamız, hâşâ Tasavvuf ve Kelâm ilimlerine artık ihtiyâc yoktur şeklinde anlaşılmamalıdır. Zîrâ, her mü’minin bilmesi lâzım gelen zarûriyyât-ı dîniyyesi ve Risâle-i Nûr’da geçen ba‘zı ilmî ıstılâhların ma‘nâları bu ilimlere dâir kaleme alınan kitâblarda mevcûddur. Bu konuların öğrenilmesi için o kitâblara mürâcaât etmeyi bi’z-zât Müellif (ra) eserlerinde tavsiye etmiştir. “Şerhü’l-Mevâkıf, Şerhü’l-Makásıd; Mîzân-ı Şa‘rânî; Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî” gibi.

 (Evet, on beş sene yerine on beş haftada), ya‘nî muvakkat bir zamânda (Risâletü’n-Nûr o yolu kestirir, îmân-ı hakíkíye îsâl eder.) Ya‘nî, Tasavvuf ve Kelâm ilimleri vâsıtasıyla on beş senede ulaşılabilen hakáika; Risâle-i Nûr, -furûzát-ı dîniyyesini, ya‘nî Kur’ân, Hadîs, akáid ve fıkhı bilmek şartıyla- onu hakkıyla anlayan ve tatbîk eden talebelerini on beş haftada aynı hakáika ulaştırır. “Risâle-i Nûr kâfîdir” cümlesi mutlak olmayıp, “Îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmak” husúsunda kâfîdir, demektir. Ya‘nî,  hakáik-ı îmâniyyenin aklî delîllerle isbâtı husúsunda kelâm ilminin serd ettiği delîllere bedel; Risâle-i Nûr daha kuvvetli delîller serd etmiştir. Tasavvuftaki İmkân Álemi’nin keşfinden sonra Vücûb Álemi’ni keşfetmeye bedel; Risâle-i Nûr, Álem-i İmkân’la berâber Álem-i Vücûb’u ders vermiştir. 

Hem, “Kat‘í ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nûr’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nûr o yolu kestirir, îmân-ı hakíkíye îsâl eder” ifâdesi, kaziye-i mümkinedir. Herkes için geçerlidir, denilmez. Risâle-i Nûr’da böyle bir hakíkat var ve mümkündür. Fakat, herkes için, her zamân geçerli değildir. “Çalış, o ferd-i ferîd sen ol” demektir. Hattâ, müellif (ra), Hacı Hulûsí Bey‘e hıtáben yazılan “Beşinci Mektûb”da şöyle buyurmaktadır: “Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr u sülûk ile ba‘zı hakáik-ı îmâniyyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakíkada o hakáika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâ-kayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...” Bu “Beşinci Mektûb”da beyân edilen hakíkat de kaziye-i mümkinedir. Herkes için geçerlidir, denilmez. Ancak bu hakíkat, Hacı Hulûsí Bey‘de tahakkuk etmiştir. Başka eşhás hakkında da tahakkuku mümkündür. 

Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın çok yerde îzáh ettiği gibi, záhirden hakíkate geçmenin, ya‘nî İmkân Álemi’nin arkasında tecellî eden ef‘ál, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi seyredip  Cenâb-ı Hakk’ın vücûb-i vücûd ve vahdetini bulmanın ve bunun lâzımı olan diğer îmân hakíkatlerine ulaşmanın üç yolu vardır:

Biri: Tarîkat ve tasavvuftur ki; kalb ayağıyla hakíkate gider, zikir ve riyâzet ve tasfiye-i nefs üzerine müessestir.

İkincisi: Mütekellimînin yoludur ki; akıl ayağıyla hakíkate gider ve imkân ve hudûs gibi delîller üzerine müessestir. Bu iki yolun esâsâtı da Kur’ân’dan alınmış, fakat zamânla başka şekle ifrâğ edilmiştir.

Üçüncüsü ve en birincisi: Kur’ân’ın doğrudan doğruya gösterdiği cadde-i kübrâsıdır ki, sahâbe ve verese-i nübüvvetin yoludur. Risâle-i Nûr ise, bu yolu ta‘kíb ve îzáh etmektedir. Akrebiyyet-i İlâhiyyenin inkişâfı ve velâyet-i kübrânın feyziyle; akıl ve kalbin imtizâcı ve berâber hareket etmesiyle her şeyde hakíkate, ya‘nî esmâ-i hüsnâya bir pencere açmaktır. Bu yol “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” esâsları üzerine müessestir. Tasavvuf berzahına uğramadan ve İmkân Álemi’nde fazla dolaşmadan, her şeye ma‘nâ-yı harfî ile nazar edip doğrudan doğruya esmâ-i hüsnâyı keşfetmektir. Bu yol, gáyet kısa ve kolay ve selâmetlidir. Çok zamân seyr u sülûke gerek kalmadan doğrudan doğruya hakáik-ı îmâniyyenin inkişâfından ibârettir.

Müellif (ra), tasavvuf sâhasında başlı başına bir eser kaleme almıştır. “Telvîhât-ı Tis‘a” adlı bu eserinde tasavvuf ve tarîkatın hakkániyyetini isbât etmiş ve bununla tasavvuf kitâblarını okumaya teşvîk etmiştir.

Tasavvufta, uzun zamân İmkân Álemi’nde seyr u sülûk ve nefs-i emmârenin riyâzetle öldürülmesi gerekir. Mütekellimînin yolunda ise, çok ilimlerin tahsíline ve bunun için gerekli olan uzun zamâna ve yüksek bir akıl kábiliyyetine ihtiyâc vardır.

Demek bu iki yol çok müşkilâtlı ve bir derece havâssa mahsús ve çok zamâna muhtâc iken; Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın feyzi ile hakíkate giden kısa, selâmetli ve kolay bir yolu keşfetmiş, uzun zamân kelâm ilminin tafsílli isbât delîllerine -her mü’minin bilmesi gereken kelâm ilminin zarûriyyâtı müstesnâ- lüzûm kalmadan ve tasavvuf yoluyla İmkân dâiresinde uzun seyr u sülûke girmeden, İmkân’ı gösterip Álem-i İmkân’dan Álem-i Vücûb’a intikál ettirerek talebesini yüksek hakáik-ı îmâniyyeye çıkarmaktadır. Bu demek değildir ki, bugün artık kelâm ve tasavvuf kitâblarının okunmasına gerek kalmamıştır! Belki, kişinin îmânını kurtarması ve taklidden tahkíka çevirmesi için, “Kelâm ilmindeki tafsílli isbât delîllerini öğrenmeye ve tasavvuftaki uzun seyr u sülûka ihtiyâc kalmamıştır” demektir.

 Demek, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor” cümlesinden murâd, Risâle-i Nûr, erkân-ı îmâniyyeyi aklî delîllerle isbât cihetinde kelâm ilmine, keşif cihetinde de tasavvufa ihtiyâc bırakmıyor demektir. Çünkü, Risâle-i Nûr hem isbâttır, hem de keşiftir.

Evet, Risâle-i Nûr’da îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmak hásıyyeti mevcûddur. Fakat, bu hásıyyetin tahakkuku için talebenin himmeti, zarûriyyât-ı dîniyyesini bilmesi, Risâle-i Nûr’u dikkatli okuyup anlama gücüne sáhib olması ve muktezásıyla amel etmesi şarttır. Yoksa, ondaki bu hásıyyetten tam istifâde edemez.

 (Bu fakír kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütáleayla ba‘zan bir günde     [menfî veyâ müsbet] bir cild kitâbı anlayarak mütálea ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resâilü’n-Nûr bana kâfî geliyorlardı. Bir tek kitâba muhtâc olmadım, başka kitâbları yanımda bulundurmadım. Risâletü’n-Nûr çok mütenevvi‘ hakáika dâir olduğu hâlde, te’lîfi zamânında, yirmi seneden beri ben muhtâc olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyâde muhtâc olmamak lâzım gelir.)

Dellâl-ı Kur’ân olan Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin kitâblarını okumuş, onları çürütmek için doksan kitâbı ezberlemiş, Risâle-i Nûr vâsıtasıyla kelâm ve tasavvuf ilimlerinde tecdîdât yapıp Kur’ânî bir cadde açarak Kur’ânî bir üslûbla eserlerinde ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin bâtıl fikirlerini zikretmeden çürütmüştür.

Nasıl ki Kur’ân, kâfirlerin bâtıl fikirlerini mücmelen zikrettikten sonra onların bâtıl fikirlerini çürütüyor. Aynen öyle de, Kur’ân’ın tefsîri olan Risâle-i Nûr dahi, ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin bâtıl fikirlerini zikretmeden doğrudan doğruya o fikirlerini çürütüp hakkı isbât ediyor. Müellif (ra), şerh ettiğimiz mektûbun muhátabı olan hás talebelerine, o nev‘í kitâbları okumalarına ihtiyâc olmadığını bildiriyor ve ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin fikirlerini direkt çürüten Risâle-i Nûr’u onlara kâfî görüyor.

Evet, müellif (ra)’ın bu cümlelerinin muhátabı yine Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarıdır; umûm okuyucular değildir. Müellif (ra) bu talebelerine; “Siz, o ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin kitâblarını záhirden hakíkate geçip tekâmül ettikten sonra ancak okuyabilirsiniz. Hem buna da ihtiyâc yoktur. Zîrâ, ben bütün o kitâbları okudum ve Risâle-i Nûr vâsıtasiyle onların bâtıl fikirlerini zikretmeden o fikirleri Kur’ân’ın himmetiyle çürüttüm. Kur’ân, o bâtıl efkârı çürütmek husúsunda bana kâfî geldi. Artık sizin yeniden o kitâbları okumanıza, ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin fikirlerini öğrenip daha sonra onları çürütmenize ihtiyâc yoktur, Kur’ân’ın tefsîri olan Risâle-i Nûr’a iktifâ edin” demek istemiştir. Yoksa, bu cümlelerinde, “Dînî ilimleri okumayın” demek istememiştir. Çünkü, bi’z-zât kendisi, ulûm-i dîniyyede temel teşkîl eden doksan kitâbı ezberlemiştir.

Risâle-i Nûr’un mesleği, hakkı isbât ve bütün efkâr-ı bâtılayı reddetmektir. Ancak, o efkâr-ı bâtılayı reddederken, Kur’ân’ın üslûbuna iktidâen o bâtıl fikirleri tasvîr etmemektedir. Nitekim, müellif (ra), Risâle-i Nûr’un bu hásıyyetinden şöyle haber vermektedir: 

Risâle-i Nûr’un mesleği odur ki; zihinlerde bir iz bırakmamak için, sâir ulemâya muhálif olarak, muárızların şübhelerini zikretmeden öyle bir cevâb verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.[34] 

Risâle-i Nûr’un bir husúsıyyeti de şudur ki: Diğer mütekellimîne muhálif olarak ehl-i dalâletin menfîliklerini zikretmeden, yalnız müsbeti ders vererek, yara yapmaksızın tedâvî etmesidir.[35] 

Bâtıl şeyleri iyice tasvîr, sáfî zihinleri idlâldir.{cke_protected_20}[36]

Evet, Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’in îmâna dâir mesâilini isbât husúsunda hasr-ı beyân ederken ve ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin bâtıl fikirlerini çürütürken, şıkk-ı muhálifin bâtıl efkârını zikretmeden doğrudan doğruya hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin isbâtını yapmaktadır. Kelâm kitâblarında ise, ekserîyâ ehl-i bid‘anın ve ehl-i felsefenin bâtıl efkârı anlatıldıktan sonra, onların bâtıl fikirleri çürütülüp hakáik-ı îmâniyye isbât edilmektedir. Bu metod ise, sáfî zihinleri bulandırmaktadır.

Hem tasavvuf kitâbları da -vahdetü’l-vücûd, vahdetü’ş-şuhûd gibi- meslek ve meşreblere göre taaddüd etmiştir. Yine ehl-i tasavvufun bir kısmı istikámet üzere bulunmuş, bir kısmı ise istikámeti muhâfaza edememiştir. Her iki kısım mutasavvıfların efkârı, tasavvuf kitâblarında yer almıştır. Nasıl, eğrinin eğriliğini isbât etmektense doğrunun doğruluğu isbât edilse daha selâmetlidir; aynen öyle de, Risâle-i Nûr kelâm ve tasavvufa muhálif olarak, ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin bâtıl fikirlerini zikretmeden doğrudan doğruya hakáik-ı îmâniyyenin isbâtı cihetinde ifâde-i beyân etmiştir.

Evet, Risâle-i Nûr’un yüzlerce yerinde ehl-i bid‘anın ve ehl-i felsefenin bâtıl efkârı çürütülmekte; fakat bu fikirler tasvîr edilmemektedir. Tâ ki, sáfî zihinler onunla bulanmasın. İşte bunun için, Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarının ehl-i bid‘anın ve ehl-i felsefenin efkârını öğrenmesi ve onların kitâblarını ve kelâm kitâblarında geçen mücâdeleleri okuması lâzım değildir. Zîrâ, Risâle-i Nûr onları çürütmüştür. Záhirî ve bâtınî ilimlerde tekâmül etmeyen talebelerin ise zâten o kitâbları okumaları câiz değildir. Çünkü, zarar görür.

Müellif (ra)’ın, “Bu fakír kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütáleayla ba‘zan bir günde [menfî veyâ müsbet] bir cild kitâbı anlayarak mütálea ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resâilü’n-Nûr bana kâfî geliyorlardı. Bir tek kitâba muhtâc olmadım, başka kitâbları yanımda bulundurmadım. Risâletü’n-Nûr çok mütenevvi‘ hakáika dâir olduğu hâlde, te’lîfi zamânında, yirmi seneden beri ben muhtâc olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyâde muhtâc olmamak lâzım gelir” cümlelerini, başta Kur’ân ve Hadîs olmak üzere ulemânın müsbet kitâblarının okunmaması, husúsan kelâm kitâblarında geçen zarûriyyât-ı dîniyyenin ve fıkhî mesâilin öğrenilmemesi ma‘nâsında te’vîl etmek; ancak o gizli zındıka komitesinin işi olabilir. O gizli komitenin plânıyla bugün maalesef Üstâd Hazretlerinin yasakladığı ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin kitâbları, her çeşit romanlar ve gazeteler okunuyor; ancak başta Kur’ân, Hadîs ve Fıkıh olmak üzere selef-i sálihînin kitâbları ve ulemâ-i İslâmın eserleri okunmuyor. Şerhini yaptığımız mektûba tamâmen zıt hareket ediliyor.

 (Hem mâdem ben sizlere kanâat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgúl olmuyorum; siz dahi Risâletü’n-Nûr’a kanâat etmeniz lâzımdır.) Metinde geçen “sizler” ta‘bîrinden murâd; Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarıdır, umûm Risâle-i Nûr okuyucuları değildir. İmâm-ı Gazâlî’nin beyân ettiği üzere: “Talebenin edebi, üstâdına kanâat etmektir.” İmâm Rabbânî de bunu emretmektedir. Müellif (ra) da bu makámda meâlen diyor ki: “Mâdem ben îmân hakíkatlerinin isbâtı noktasında bir müceddidim ve bu husústa size, tasavvuf ve kelâm ilimlerine bedel hakáik-ı îmâniyyeyi kâfî mikdârda ders veriyorum; siz dahi bu cihette, ya‘nî îmân hakíkatlerinin isbâtı ve keşfi cihetinde Risâle-i Nûr’a kanâat etmeniz lâzımdır”; (belki bu zamânda elzemdir), ya‘nî daha lüzûmludur. Bu elzemiyyet ise iki noktadan kaynaklanmaktadır:

Birincisi: Bu zamânda çok bid‘alarla âlûde kitâblar yazıldığından, sırât-ı müstekíme irşâd eden Risâle-i Nûr’a kanâat etmek daha ziyâde elzemdir.

İkincisi: Biz zayıfız. Bize tecâvüz edenler ise hadsizdir. Sâir mu‘teber kitâbların hâmîleri ve okuyucuları ise pek çoktur. Risâle-i Nûrun hâmîleri ve okuyucuları ise pek azdır. Bu noktadan da Risâle-i Nûr’a kanâat etmek daha ziyâde elzemdir.

Nitekim, müellif (ra) gelecek ifâdelerinde bu iki noktayı şöyle beyân etmektedir:

 (Hem şimdilik ba‘zı ulemânın yeni eserlerinde meslek ve meşreb ayrı ve bid‘atlara müsâid gittiği için); îmân hakíkatlerinin delîllerle isbâtı husúsunda Risâle-i Nûr’a kanâat edip ba‘zı bid‘akâr hocaların yazdıkları kitâbları okumamak lâzım ve elzemdir. (Risâletü’n-Nûr, zındıkaya karşı hakáik-ı îmâniyyeyi muhâfazaya çalışması gibi, bid‘ata karşı da hurûf ve hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza etmek bir vazífesi iken) 

Ya‘nî, Risâle-i Nûr’un iki vazífesi vardır.

Birisi: Îmân hakíkatlerini zındakaya karşı isbât ve müdâfaa etmek.

Diğeri: Bid‘alara karşı sünnet-i seniyyenin düstûrlarını muhâfaza etmekdir ki, bu bid‘alardan birisi de Latin hurûfudur. O hâlde, Sünnet-i Seniyyenin düstûrlarına teferruát diyerek ihmâlkârlık göstermemek lâzımdır. Sünnet-i Seniyyeye bi’l-fiil ittibâ‘ edilmese de, sünnet-i seniyyenin bütün nev‘lerine bi’n-niyyet, bi’l-kasd tarafdârâne ve iltizâmkârâne tálib olmak ve bid‘alara tarafdâr olmamak şarttır. Yoksa, “talebelik” ünvânını alamaz. Nitekim, müellif (ra) bu hakíkati “Sünnet-i Seniyye Risâlesi”nde şöyle ifâde etmektedir: 

Sünnet-i Seniyyenin her bir nev‘ıne tamâmen bi’l-fiil ittibâ‘ etmek, ehass-ı havâssa dahi ancak müyesser olur. Ona bi’l-fiil olmasa da, bi’n-niyyet, bi’l-kasd tarafdârâne ve iltizâmkârâne tálib olmak herkesin elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zâten ittibâa mecbûriyyet var. Ve ubûdiyyetteki müstehâb olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde günâh olmasa dahi, büyük sevâbın záyiátı var. Tağyîrinde ise, büyük hatá vardır. Ádât ve muámelâttaki Sünnet-i Seniyye ise, ittibâ‘ ettikçe, o ádât, ibâdet olur. Etmese itâb yok. Fakat, Habîbulláh’ın âdâb-ı hayâtiyyesinin nûrundan istifâdesi azalır. Ahkâm-ı ubûdiyyette yeni îcâdlar bid‘attır. Bid‘atlar ise,

 اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دينَكُمْsırrına münâfî olduğu için, merdûddur.{cke_protected_21}[37]{cke_protected_22}

 (Hás talebelerden birisi bi’l-fiil hurûf ve hatt-ı Kur’âniyyeyi ders verdiği hâlde, sırrı bilinmez bir hevesle, hurûf ve hatt-ı Kur’âniyyeye, ilm-i dîn perdesinde te’sîrli bir súrette darbe vuran ba‘zı hocaların darbede isti‘mâl ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o hás talebelere karşı bir gerginlik hissettim, sonra îkáz ettim. Elhamdü lillâh ayıldılar. İnşâelláh tamâmen kurtuldular.)

Açıkça görüldüğü gibi, müellif (ra), burada bid‘alardan biri olan Latin hurûfunu okumaktan talebelerini men‘ etmiş ve Latin hurûfuna cevâz veren bir bid‘atkârın kitâbını okuduğu için bir talebesini îkáz etmiştir. Demek, müellif (ra), bid‘alara karşı talebelerini muhâfaza için, ya‘nî talebelerini selef-i sálihînin ve onlara iktidâ eden Ehl-i Sünnet ulemâsının kitâblarında tesbît edilen esâsâta ittibâ‘ etmeleri ve yeni ba‘zı bid‘atkâr hocaların kitâblarını okumamaları için bu makámda, “Risâle-i Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclarınıza kâfîdir” buyurmaktadır. Yoksa, müellif (ra), hâşâ mu‘temed ulemânın kitâblarını okumaktan men‘ etmemiş; aksine daha evvel de isbât ettiğimiz gibi, o kitâblara mürâcaât etmeye teşvîk etmiştir.  

Müellif (ra), mu‘teber ulemânın kitâbları ile alâkalı diğer düstûru da şu cümleleriyle ifâde ediyor:

 (Ey kardeşlerim!) Burada muhátab, yine Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarıdır. Çünkü, bu mektûb onlara yazılmıştır. Umûma hıtáb etmemektedir. Dolayısıyla, bu mektûbu umûma teşmîl etmek hatádır.

 (Mesleğimiz, tecâvüz değil tedâfü‘dür. Hem tahrîb değil, ta‘mîrdir. Hem hâkim değiliz, mahkûmuz. Bize tecâvüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde elbette çok mühim ve bizim de malımız hakíkatler var. O hakíkatlerin intişârına bize ihtiyâcları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyyetli vazífe zedelenir ve muhâfazası lâzım olan ve birer táifeye mahsús [mahsúr] bir kısım esâslar ve álî hakíkatler kaybolmasına vesîle olur.)

Ya‘nî, müellif (ra) meâlen diyor ki: Diğer mesleklerin ve o mesleklere áid olan hakíkatlerin binler muhâfızı var; cadde-i kübrâ olan Risâle-i Nûr mesleğinin ve o mesleğe áid álî hakíkatlerin muhâfazası ise, bu asırda az bir táifeye mahsús kalmıştır. Bu sebeble, kimseyle mücâdeleye girmeden, kavl-i leyyîn ile hakkı teblîğ edin. Mücâdele ederseniz mağlûb olursunuz. Çünkü, onlar hâkim ve mütecâviz durumdadırlar; biz ise mahkûmuz.

Müellif (ra), mezkûr cümleleriyle, o mu‘teber kitâbları okumaktan men‘ etmek değil; belki hás talebelerini, bütün mesâílerini o kitâbların mütáleasına hasretmekten men‘ etmiştir. Ya‘nî, bu cümleler iki nokta ile kayıdlıdır.

Birincisi: Hıtáb, Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarınadır. Umûma şâmil değildir. Çünkü, onlar, Kur’ân ve Hadîsi ve dînin zarûriyyâtını biliyorlardı. Zâten bunu gelecek cümleler de tasrîh etmektedir.

İkincisi: O kitâbları okumaktan nehiy değil; belki mesâílerini onlara hasretmekten men‘ etmiştir. Ya‘nî, bütün himmetinizi onlara vermemek şartıyla ihtiyâc nisbetinde o kitâblara da bakabilirsiniz. Çünkü, daha evvel de beyân edildiği gibi, talebe bir fende, bir ilimde ihtisâs sáhibi olmalı, sâir ma‘lûmâtını o fenne ve o ilme tâbi‘ ve mütemmim yapmalıdır. Müellif (ra),

a) Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye cihetinde o hás talebelere tasavvuf ve kelâm ilimlerine bedel kâfî ve vâfî olduğu için -bu ilimlerin zarûriyyâtı müstesnâdır;

b) Tasavvuf ve kelâm kitâblarının esâsâtını öğrenip tatbîk eden ve muhâfaza eden binlerce insân bulunduğu için;

c) Buna mukábil kısa ve kolay yol olan Risâle-i Nûr’u okuyan, bilen, mûcibince amel eden ve bu caddeyi muhâfaza edenler az olduğu için;

d) Üstâda ve Risâle-i Nûr şâkirdlerine tecâvüz edenler hadsiz olduğu için;

e) Umûma teşmîl súretiyle değil; belki hás talebelerin Risâle-i Nûr’a mesâílerini teksîf etmeleri için yukarıdaki cümleleri söylemiştir.

Aksi hâlde, Risâle-i Nûr’a mahsús ba‘zı esâslar ve álî hakíkatler kaybolur. Bütün ehl-i kelâm ve erbâb-ı tasavvuf da talebelerine bu husúsu esâs almalarını tavsiye etmişlerdir. Bu, Üstâd Bedîuzzamân (ra)’a hás bir telkín değildir. Gerek tasavvuf, gerek kelâm, gerekse bunların içindeki farklı mesleklerin her birine áid ba‘zı esâslar ve hakíkatler vardır ki, o mesleğin hás sâlikleri onları elde eder ve muhâfaza ederler. Bütün bu esâslar ve hakíkatler,     -yalnız hak olmak şartıyla- Kur’ân’a áid olduğu için, onların muhâfazası ümmete farz-ı kifâyedir. Her meslekte olduğu gibi, Risâle-i Nûr mesleğinde dahi kendine mahsús ba‘zı esâslar ve álî hakíkatler vardır ki; hás talebelerin o esâs ve hakíkatlerde müdakkik olup, onları meleke hâline getirmesi, bunun için de ona kanâat edip mesâísini ona hasretmesi lâzımdır. Tâ ki, müellif (ra)’ın mesleği doğru ve müstekím olarak devâm edip o háslar, başkalarına rehber olabilsinler. Bu hakíkat, talebenin diğer kitâbları okumasının doğru olmayacağı ma‘nâsına gelmez. Belki, kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşayıp mesleğinde sebât etmek ma‘nâsındadır.

 Talebe, o mu‘teber eserlerden istifâde edip aldığı ma‘lûmâtı mesleği olan Risâle-i Nûr’a tâbi‘ ve mütemmim yapmalıdır. Ayrıca, Risâle-i Nûr’un bahsetmediği ve kendisine bir Müslümân olarak da lâzım olan zarûriyyât-ı dîniyyesini o kitâblardan öğrenmeli ve cemâat içinde o mevzú‘ları da bilen kişiler olmalı ve onlar, Risâle-i Nûr’la berâber bu mevzú‘ları da başkalarına öğretmelidirler.

Üstâd Hazretlerinin, talebelerine, sâir tasavvuf ve kelâm kitâblarına hasr-ı nazar etmek yerine Risâle-i Nûr ile meşgúl olmalarını emretmesi ve, “Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakíkatler var. O hakíkatlerin intişârına bize ihtiyâcları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyyetli vazífe zedelenir ve muhâfazası lâzım olan ve birer táifeye mahsús bir kısım esâslar ve álî hakíkatler kaybolmasına vesîle olur[38]{cke_protected_23} gibi ifâdeleri bu noktadandır. Ya‘nî, diğer eserlerle meşgúl olmak yerine, yeni olan bu mesleğin esâsâtının ta‘lîm ve taallüm ile hıfzına ihtiyâc olduğundan bunda ihtisâs sáhibi olun, kendi mesleğinize hasr-ı nazar edin, demektir. Tâ ki, bu yeni Cadde-i Kübrâ-yı Kur’âniyye açık kalabilsin ve kaybolmadan devâm edebilsin. Yoksa, “Ulemâ-i İslâm’ın eserlerinin size lâzım olan kısımlarını okumayın” demek değildir.

Bu husús da bilinmelidir ki, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri bir müceddid olarak zuhûr ettiğinde, medrese, tekye ve zâviyeler kapatılmıştı; hurûfât değişmiş, Arabca kitâblar yasaklanmıştı; halkın îmânı zedelenmişti. Müellif (ra) tek başına olup yardımcıları pek azdı; hapishánede tecrîd-i mutlakta idi ve bir kitâb bile yanına bırakılmıyordu. Bu şartlar ve zamân ve zemîn nazara alınarak şerh ettiğimiz mektûb okunmalıdır. Aksi hâlde mektûba yanlış ma‘nâlar verilebilir.

Hem Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri’nin, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesi, ümmeti yanlış yola sevk eden müfrit Vehhâbîlik ve müferrit Melâmîlik hakkında yazılan eserlerin okunmaması ile kayıtlıdır. Nitekim, müellif (ra) bu kaydı şöyle ifâde etmektedir:

 (Meselâ, hâdisât-ı zamâniyye bahânesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev‘ıne zemîn ihzâr etmek tarzında, ba‘zı ruhsat-ı şer‘ıyyeyi perde yapıp eserler yazılmış.)

Vehhâbîlik; Muhammed ibn Abdulvehhâb’ın kurduğu bir mezhebdir. Kendisi H. 1111- M. 1699 yılında Necd’de Hureymile kasabasında dünyâya gelmiş, H. 1206- M. 1791 yılında vefât etmiştir. Bu mezheb, eskideki Háricîlik ve Mu‘tezile’nin başka súrette bir tezáhürüdür.

Melâmîler ise; aslında bunlar mutasavvıflar içinde bir táifedir. İhlâsı muhâfaza etmek için ibâdet ve hayrâtı gizli yapıp, sünnet-i seniyyeye a‘zamî ittibâ‘ ederler ve nâfilelerle fazla meşgúl olurlardı. Melâmîlerin bir kısmı daha vardır ki, onlar da riyâ ve gösterişten kaçınırlar. Fakat, onlar nâfilelerle uğraşmazlar. Farzlara ise dikkat ederler. Herkese tatlı söz söyleyerek güler yüz göstererek kalb kazanmaya çalışırlar; dünyâya ve şan ve şerefe pek rağbet etmezlerdi. Bunlara “kalender” denilir. Nasıl ki, Hacı Bektâş-ı Velî (ks)’nun kurduğu tarîkat ki; o tarîkat, Ehl-i Sünnete bağlı hak bir tarîkat iken, o zâtın vefâtından sonra tahrîf edilerek bugünkü “Bektâşîlik” şeklini almıştır. Aynen bunun gibi, Melâmîliğin aslı sünnete muvâfık iken, daha sonra bozulmuştur. Kendine Melâmî nâmını veren çok kimseler ibâdetlerine dikkat etmez olmuşlardır. Şerîatın ahkâmına ehemmiyyet vermeyerek, “Önemli olan kalb temizliğidir. Elláh’ın ibâdete ihtiyâcı yoktur. İnsânlara fâideli olmak ve onlarla güzel geçinmek en hayırlı ibâdettir” diyerek ahkâm-ı şerîatı terk etmişlerdir.

İşte şu zamânda da Melâmîlik ve kalenderliğin bir başka nev‘ı ihdâs edilerek bu gibi sözlerle ahkâm-ı İlâhiyyede ta‘vîzler verilmiş ve bid‘alara zemîn hâzırlanmıştır. Zamânımızda bu gibi sözleri, Álem-i İslâm’da pek çok kimselerden duymaktayız. “Ahkâm-ı Kur’âniyye teferruáttır. Bunlar fazla önemli değildir. Önemli olan Elláh’ın zâtına îmândır, amel mühim değildir. Hóşgörü de bir ibâdettir” demek de Melâmîliğin bir başka nev‘ı olduğu unutulmamalıdır. Evet, Melâmîliğin bir nev‘ı, “hóşgörü ve diyalog” nâmı altında bu asırda tezáhür etmiştir.

Demek, Müellif (ra)’ın mezkûr cümleleri, Vehhâbîlik ve Melâmîliğin müfrit kısmının kaleme aldığı İslâmiyyetin rûhuna muhálif düşüncelerini ihtivâ eden eserlerini okumamak hakkındadır. Öyle ise, müellif (ra)’ın, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesinden murâdı; Vehhâbîlik ve Melâmîliğin müfrit kısmının kitâblarını okumayın demektir. Yoksa, “Risâle-i Nûr kâfîdir; Ehl-i Sünnet ulemâsının eserlerini okumaya ihtiyâc yoktur” ma‘nâsında değildir. Üstâd Hazretlerinin bu cümlesinden böyle bir ma‘nâyı çıkarmak büyük hatádır.

Gelecek cümleler, Risâle-i Nûr’un yüksek esâslarından ve álî hakíkatlerinden dört tânesini beyân etmektedir. Ya‘nî:

a) Esâs-ı velâyet (Ferâizi işlemek, kebâiri terk etmek, sağáirde ısrâr etmemek ve sünnet-i seniyyeye ittibâ‘ etmek súretiyle Elláh’a yaklaşmak).

b) Esâs-ı takvâ (Menhiyyâttan ictinâb etmek).

c) Esâs-ı azîmet (Mümkün olduğu kadar azîmeti esâs tutmak; ruhsatlarla amel etmemek).

d) Esâsât-ı Sünnet-i Seniyye (Başta hakáik-ı îmâniyye ve esâsât-ı İslâmiyye olmak üzere Sünnet-i Seniyyenin bütün merâtibini evvelâ kalben tasdîk etmek; nevâfîl ve âdâb kısmına gelince elden geldiği kadar ittibâ‘ etmeğe çalışmak).

 (Risâletü’n-Nûr, gerçi umûma teşmîl súretiyle değil, fakat herhâlde hakíkat-i İslâmiyyenin içinde cereyân edip gelen esâs-ı velâyet ve esâs-ı takvâ ve esâs-ı azîmet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince, fakat ehemmiyyetli esâsları muhâfaza etmek bir vazífe-i asliyyesidir.)

Risâle-i Nûr’un mesleği, esâsâtı, ya‘nî altı erkân-ı îmâniyye, beş esâsât-ı İslâmiyye, Kur’ân ve mütevâtir Hadîs’in nassıyla sâbit olan ahkâm-ı İlâhiyyeden tut, tâ en fer‘í mes’elelere kadar müttefekun aleyh olan mesâili ders vermek; teferruáta, ya‘nî mezhebler arasındaki ihtilâflara karışmamaktır.

Evet, Risâle-i Nûr, cumhûr-i ulemâ tarafından ittifâkla kabûl edilen velâyetin, takvânın, azîmetin ve sünnet-i seniyyenin esâslarını beyân ediyor. Teferruáta, ya‘nî mezhebler arasındaki ihtilâflı mes’elelere girmiyor. Ya‘nî, Risâle-i Nûr, bir mezhebce kabûl edilen bir velâyeti, bir takvâyı, bir azîmeti veyâ bir sünneti değil; bütün mezhebler tarafından ittifâkla kabûl edilen bir velâyeti, bir takvâyı, bir azîmeti veyâ bir sünneti ders veriyor. Müttefekun aleyh olan mes’eleleri tutuyor; teferruáta, ya‘nî mezheblerin ihtilâflarına girmiyor. Meselâ, bir mezhebin sünnet kabûl ettiği bir mes’eleyi; diğer bir mezheb, o konudaki Hadîsi zaíf kabûl edip o mes’elenin sünnet olmadığını kabûl ediyor. İşte Risâle-i Nûr, bu nev‘í ihtilâflara girmeden muttefekun aleyh olan mes’eleler üzerinde tahşîdât yapmış ve o muttefekun aleyh olan mesâili ders vermiştir. “Kader Risâlesi” buna misâl olarak verilebilir.

Demek, Risâle-i Nûr, teferruáta áid mesâili îzáh etmemiş, bu nev‘í mesâili mezheb imâmlarının ictihâdâtına havâle etmiştir. Belki esâsları, ya‘nî cumhûr-i ulemâca mücma‘ aleyh olan mesâili ders vermiştir.

 Risâle-i Nûr’un hás şâkirdi, hakíkat-i İslâmiyyenin içinde cereyân edip gelen esâs-ı velâyete, ya‘nî sırr-ı verâset-i Nübüvvete mazhar olur. Ya‘nî, ferâizi işlemek, kebâiri terk etmek, sağáirde ısrâr etmemek ve sünnet-i seniyyeye ittibâ‘ etmek súretiyle Elláh’a yaklaşır. Risâle-i Nûr mesleğinde nâfilelerle değil; farz ve sünnetlerle Elláh’a yaklaşmak esâstır. Ya‘nî, Risâle-i Nûr’un mesleği, kurb-i ferâizdir; kurb-i nevâfîl değildir. Risâle-i Nûr, müstakil bir tarîkat ve müstakil bir meslek olmayıp, sırr-ı verâset-i nübüvvetle hakíkat-i İslâmiyyet içinde cereyân edip gelen, ya‘nî doğrudan doğruya şerîatın ve sünnet-i seniyyenin içinde bulunan velâyet-i Ahmediyyenin cilvesini göstermektedir. Kısaca, “Tarîkat-ı Muhammediyye”dir. 

Bu sebeble, esâsât-ı sünnet-i seniyyeye ittibâ‘ etmek ve Ehl-i Sünnet ulemâsının tesbît ettiği o esâsâtı bid‘alara karşı muhâfaza etmek, Risâle-i Nûr’un vazífesidir. Buna binâen, Risâle-i Nûr’da altı erkân-ı îmâniyye ve beş esâsât-ı İslâmiyye başta olmak üzere, sünnet-i seniyyenin esâsâtı ve onları muhâfaza etmenin ehemmiyyeti beyân edilmiş ve başta Sahâbe-i Kirâm olmak üzere müctehidîn-i izámın icmâ‘ ettiği bir sünneti inkâr etmenin, belki basite almanın dalâlet-i azíme olduğu, “Bahtiyâr odur ki, bu ittibâ-ı Sünnette hissesi ziyâde ola. Sünnete ittibâ‘ etmeyen, tenbellik eder ise, hasâret-i azíme; ehemmiyyetsiz görür ise, cinâyet-i azíme; tekzîbini işmâm eden tenkíd ise, dalâlet-i azímedir{cke_protected_24}[39]{cke_protected_25} cümleleriyle îzáh edilmiştir. Teferruát denilen mezhebler arasındaki ihtilâflara girilmemiştir. Belki müellif (ra), Kur’ân ve Hadîs’te bedâheten îzáh edilen ve dört mezhebin, belki on iki hak mezhebin ittifâkı olan esâsât-ı sünnet-i seniyyeyi isbât ederek o esâsâtın hikmet ve güzelliklerini göstermiş; bid‘aların çirkinliğini de gáyet kuvvetli ve tafsílli bir súrette beyân etmiştir. Ezcümle;

On Birinci Lem‘a” olan “Mirkátü’s-Sünne ve Tiryâk-ı Marazi’l-Bid‘a Risâlesi”nde, “Yirmi Yedinci Söz” olan “İctihâd Risâlesi”nde ve “Yirmi Dokuzuncu Mektûb” un “Altıncı ve Yedinci Kısım”larında bu mevzú‘lar çok güzel bir şekilde anlatılmıştır. Husúsan “Tesettür Risâlesi”nde “çarşaf”, bid‘alara karşı müdâfaa edilmiş; “İktisâd Risâlesi”nde sünnet-i seniyyenin en mühim esâsı olan iktisád emredilmiş, isrâfın zararları açıklanmış; “Hikmetü’l-İstiáze Risâlesi”nde ehli bid‘anın bâtıl fikirleri reddedilip, sünnetin düstûrlarının hakkániyyeti isbât edilmiş ve ehl-i îmân, sünnet-i seniyyenin kal‘asına sığınmaya da‘vet edilmiştir. Hem yine Risâle-i Nûr’da, “Arabî ezân, kámet ve hutbe” gibi şeáir-i İslâmiyye isbât edilip onların yerine ikáme edilmek istenen bid‘alar reddedilmiş ve şeáirden olan hatt-ı Kur’ânî müdâfaa edilmiştir. Kur’ân’ın yerine tercümelerinin ikáme edilemeyeceği isbât edilmiştir. Daha bunlar gibi sünnet-i seniyyenin esâsâtını bid‘alara karşı müdâfaa eden o kadar îzáhat vardır ki, Risâle-i Nûr, hep bu minvâl üzerine gidiyor ve bunun için yazılmıştır denilse yeridir.

Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, Risâle-i Nûr’da yukarıda bir kaç misâlini zikrettiğimiz amel-i sálihe taalluk eden bir çok sünnetin esâsâtını muhâfaza ve o sünnetlere muhálif bid‘aları reddettiği gibi; sünnet-i seniyyenin îmâna taalluk eden “haşr-i cismânî, tevhîd-i hakíkí” gibi pek çok esâsâtını isbât ve haşr-i cismânîyi reddeden ve “ukúl-i aşere” veyâ “erbâbü’l-envâ‘” gibi bâtıl fikirleri kabûl eden ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefenin o nev‘í fikirlerini de reddetmiştir.

Bedîuzzamân Hazretleri sünneti seniyyenin bütün düstûrlarını, hattâ en küçük âdâbını dahi müdâfaa ve muhâfaza etmiştir. Sünnetin amele taalluk eden düstûrlarına -hâşâ- “Bunlar teferruáttır, ehemmiyyetli değildir” dememiştir. Çünkü, müellif (ra)’ın “esâsât-ı sünnet-i seniyye” şeklinde ta‘bîr ettiği mücma‘ aleyh sünnet-i seniyyelere teferruát denilmez. Teferruát denilen şey, mezhebler arasındaki ihtilâfdır ve Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri bu teferruát kısmıyla meşgúl olmamıştır.

Hem esâsât-ı sünnet-i seniyyeyi ehl-i bid‘aya karşı müdâfaa ettiği “Yirmi Dokuzuncu Mektûb”un “Altıncı Kısmı”nda, neden bu eseri yazdığını şu cümleleriyle beyân etmiştir:

İstikbâlde gelecek nefret ve tahkírden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Ya‘nî, ‘Tûh o asrın gayretsiz adamlarına!’ denildiği zamân, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyâhúd silmek için yazılmıştır.

 (Sevk-ı zarûretle, hâdisâtın fetvâlarıyla onlar terk edilmez.) Şu zamânda ba‘zı ruhsat-ı şer‘ıyyeyi bahâne ederek, “Zarûret vardır; hâdisât böyle gerektiriyor” veyâ “Zamân değişti; eski müctehidlerin fetvâlarıyla hareket edemeyiz” diyerek zamân-ı sahâbeden beri gelen ve müctehidîn-i izámın tesbît ettiği kavâid-i sünnet-i şerîatı tahrîb etmek isteyenlere karşı azîmet ve takvâyı ve cumhûr-i ulemânın caddesini iltizâm etmek; böylece hakíkat-ı İslâmiyyet içindeki esâs-ı velâyet olan velâyet-i Muhammediyye (asm)’ı muhâfaza etmek Risâle-i Nûr’un vazífesidir. Ya‘nî, Risâle-i Nûr, müctehidîn-i izâmın tesbît ettiği ittifâklı mes’eleleri müdâfaa ve muhâfaza edip onları esâs alıyor. Sevk-ı zarûretle, hâdisâtın fetvâlarıyla onlar terk edilmez. Çünkü, zarûret meşrû‘ yoldan gelirse harâmı helâl eder. Fakat, zarûret dedikleri şey, şu zamânda beşerin sû-i ihtiyârından ve gayr-ı meşrû‘ yoldan gelmektedir. Hem zarûret, şerîatta ölüm, şiddetli darb veyâ bir uzvun kesilmesi gibi zarûretlerdir. Bu asırda ise, dünyâyı âhirete tercîh etmek bir esâs hâline geldiğinden, bu zamânda yaşayan insânlar, zarûret bahânesiyle en küçük bir menfaat-ı dünyeviyyeyi dînin büyük bir mes’elesine tercîh etmekte ve bunun için ba‘zı ruhsat-ı şer‘ıyyeleri sû-i isti‘mâl etmektedirler. Onun için, Risâle-i Nûr’un hás şâkirdleri, takvâ ve azîmeti esâs tutarak bid‘at ve dalâlete karşı esâsât-ı sünnet-i seniyyeyi muhâfaza etmelidirler.

Risâle-i Nûr’un hás talebeleri Üstâdları gibi mücma‘ aleyh olan mes’eleleri muhâfaza ederler; ihtilâflı mes’elelerde ise ruhsat tarafını değil, azîmet tarafını tutarlar. Ya‘nî, cumhûrun re’yiyle amel ederler, zarûret olmadıkça fetvâlarla amel etmezler. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri ve onun sádık şâkirdleri olan Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri, Hâfız Ali, Mehmed Feyzi gibi zevât-ı áliyye hep böyle yaşadılar, ruhsatla değil azîmetle amel ettiler. Meselâ;  

{cke_protected_26}a)      {cke_protected_27}Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri ve bu zevât-ı áliyye,

اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ diyerek kimseden hediye almamışlar,

b) Siyâsete girmemişler,

c) İktisádla yaşamışlar, zarûret mikdârı yemiş içmişler,

d) Gece namâzını terk etmemişler,

e) Üstâd Hazretleri bugünkü tarzda elbise giymemiş, sarığını açmamış,

f) Bedîuzzamân Hazretleri vesîka almak için devlete mürâcaât etmemiş, Húrşîd Paşa’ya boyun eğmemiş, Nikola Nikolaviç’e karşı ayağa kalkmamış, hîç bir siyâsîye ta‘vîz vermemiş, yazdığı bütün mektûblarda siyâsîleri şerîata da‘vet etmiş,

g) Üstâd Hazretleri harâma nazar etmemiş, yalnız harâm-ı nazar bir def‘a vukú‘ bulmuş, o da gece namâzını kaçırmasına sebeb olmuş,

h) Üstâd Hazretleri paraya elini sürmemiş, Hacı Hulûsí Bey de üzerinde para bulunduğu hâlde namâz kılmamıştır.

Bunlar gibi mes’eleler, Üstâd Bedîuzzamân Saíd Nursî ve onun hás talebelerinin ruhsatlarla değil, azîmetle amel ettiklerini göstermektedir. Hâşâ, bunlar, ehemmiyyetsiz görülecek mes’eleler değildir.

Unutulmamalıdır ki; Risâle-i Nûr, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin yaşadığıdır.

Hulâsa: Şerh ve îzáhını yaptığımız Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin bu mektûbu mutlak değil; pek çok kayıdlarla mukayyeddir:

1) Bu mektûbun muhátabı, Risâle-i Nûr talebelerinin hásları olan sáhib ve vârisleri ve háslarının hásları olan erkân ve esâslarıdır. Umûma hıtáb eden bir mektûb değildir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, Hacı Hulûsí Bey, Hoca Sabri, Mehmed Feyzi gibi záhirî ilim noktasında tekâmül eden saff-ı evvel talebelerine, ilm-i hakíkat noktasında tekâmül ederken ve tasfiye-i zihinde bulunurken muvakkat bir zamân için, ya‘nî záhirden hakíkate geçinceye kadar, “Risâletü’n-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” buyurmuştur. Ancak, bu hâl muvakkat bir zamâna mahsústur, devâmlı değildir.

2) Risâletü’n-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor. Ya‘nî, altı erkân-ı îmâniyye ve beş esâsât-ı İslâmiyyeyi aklî delîllerle isbât etmek husúsunda Kur’ân ve Hadîs’ten sonra Risâle-i Nûr kâfîdir, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor.

3) Müellif (ra)’ın, “Risâletü’n-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesi, Üstâd Hazretlerinin, “Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten sonra en mühim bir hüccet-i îmâniyyedir” cümlesiyle mukayyeddir. Ya‘nî, Risâle-i Nûr, kendi konusu olan hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin isbâtı husúsunda Kur’ân ve Hadîs’ten sonra kâfîdir, demektir.

4) Îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmak cihetinde Risâle-i Nûr, Tasavvuf ve Kelâm ilimlerine bedel kâfîdir. Ya‘nî, Risâle-i Nûr, erkân-ı îmâniyyeyi aklî delîllerle isbât cihetinde kelâm ilmine; keşif cihetinde de tasavvufa ihtiyâc bırakmıyor.

5) Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri’nin, “Risâletü’n-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesi, müfrit Vehhâbîlik ve müferrit Melâmîlik gibi ümmeti yanlış yola sevk eden ehl-i bid‘a ve ehl-i felsefenin bid‘a-âlûd eserlerini okumamak ile kayıtlıdır. 

(Kaynak: Reddü'l-Evhâm, s. 257-300)



[1] Kastamonu Lâhikası, s. 78.

[2] Sünûhât, Kur’an’ın Hâkimiyyet-i Mutlakası, s. 33.

[3] Nahl Sûresi, 16:103.

[4] Lem‘alar, 11. Lem‘a, 11. Nükte, s. 59.

[5] Mektûbât, 26. Mektûb, 4. Mebhâs, 4. Mes’ele, s. 355-356.

[6] Mektûbât, 29. Mektûb, 6. Risâle Olan 6. Kısım, 5. Desîse-i Şeytâniyye, s. 457.

[7] Barla Lâhikası, s. 272.

[8] Barla Lâhikası, s. 352.

[9] Sözler, 27. Söz, İkincisi, s. 506-507.

[10] Muhâkemât, 1. Makale, 1. Mes’ele, s. 56-57.

[11] Sözler, 33. Söz, 30. Pencere, s. 726.

[12] Sözler, 27. Söz, Hátime, s. 514.

[13] Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 119-120.

[14] Mektûbât, 4. Mektûb, s. 20.

[15] Barla Lâhikası, s. 271.

[16] Barla Lâhikası, s. 255.

[17] Barla Lâhikası, s. 378.

[18] Barla Lâhikası, s. 263.

[19] Barla Lâhikası, s. 321.

[20] Barla Lâhikası, s. 380.

[21] Barla Lâhikası, Mukaddeme, s. 8.

[22] Barla Lâhikası, s. 26.

[23] Emirdağ Lâhikası 2, s. 118; Nûrun İlk Kapısı, s. 11-12.

[24] Emirdağ Lâhikası 2, s. 73; Nûrun İlk Kapısı, s. 53.

[25] Târîhçe-i Hayât, İlk Hayâtı, s. 43.

[26] Târîhçe-i Hayât, İlk Hayâtı, s. 32.

[27] Şuá‘lar, 1. Şuá‘, 2. Suâl, 21. Âyet, s. 582.

[28] Muhâkemât, 6. Mukaddeme, s. 24.

[29] Mektûbât, 29. Mektûb, 6. Risâle Olan 6. Kısım, s. 425.

[30] Barla Lâhikası, 271. Mektûb.

[31] Barla Lâhikası, s. 263.

[32] Kastamonu Lâhikası, s. 199.

[33] Barla Lâhikası, s. 352.

[34] İşârâtü’l-İ‘câz, Tenbîh, s. 6.

[35] Târîhçe-i Hayât, s. 668.

[36] Mektûbât, Hakíkat Çekirdekleri, 31, s. 505.

[37] Lem‘alar, 11. Lem‘a, 8. Nükte, s. 50.

[38] Kastamonu Lâhikası, s. 77.

[39] Lem‘alar, 11. Lem‘a, 11. Nükte, s. 54.



Kütüphanemiz

Sitemizde bulunan yayınları online ücretsiz okuyabilirsiniz.

KİTAP DUYURULARI

Beklenen kitap Besmele çıktı!

Beklenen kitap Besmele çıktı!

Birinci Söz'ün şerh ve izahı Besmele nasıl bir hazinedir?Bütün Kur'an'ı nasıl içinde tutar?

Camiye, kurs binasına zekât mı?

Camiye, kurs binasına zekât mı?

Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin, yüz yılı aşkın bir zaman önce “Münâzarât” isimli eserinde, öne ...

Kur’ân’la aramıza perde girmiş!

Kur’ân’la aramıza perde girmiş!

“İşârâtü’l-İ‘câz” adlı eserinde Bakara Sûresi’nin 27. âyetini tefsîr eden Bediüzzaman Saîd Nursî Haz ...

;