Kütüphanemiz

Sitemizde bulunan yayınları online ücretsiz okuyabilirsiniz.

İptal
Filtreler
Göre Sırala

MAKALE DETAY

Bediüzzaman Hazretlerinin siyâsîlere mektûbları

Bediüzzaman Hazretlerinin siyâsîlere mektûbları

Üstâd Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerinin 1950-60 yılları arasında o günün iktidârı olan Demokrat Partinin idârecilerine ve ilgililerine yazdığı ba‘zı mektûblar, o gizli zındıka komitesi tarafından te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edilmekte, o fâsid te’vîllerin neşrine revâc verilmekte; ve bu te’vîller, Müslümânların sû-i tefehhümüne sebeb olmaktadır. Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin bu fâsid te’vîllerden berî olduğunu isbât etmek için bu mektûbları Elláh’ın tevfîk ve inâyetiyle şerh ve îzáh etmek mecbûriyyetinde kaldık. Evvelâ bir mukaddime zikredilecektir. Mukaddimede “demokrasi, cumhûriyyet, şerîat, İslâm Devleti” gibi mefhûmlar Ehl-i Sünnet ulemâsının ta‘rîf ettiği şekilde aynen nakledilecektir.

MUKADDİME

Yirmi bir esâstır.


Birinci Esâs: Edille-i şer‘ıyye (şer‘í delîller) dörttür:

a- Kitâb.

b- Sünnet.

c- İcmâ-ı ümmet (sahâbe ve müctehidîn-i izámın icmâı).

d- Kıyâs-ı Fukahâ’dır.

Bunları bize terennüm eden ise, dört mezheb imâmlarının usûlleri ile iki akíde imâmlarının, ya‘nî İmám Mâtürîdî ve İmâm Eş‘arî’nin koydukları esâslardır. Risâle-i Nûr ise; bu iki akíde imâmlarının koydukları esâslar çerçevesinde hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin kalben keşfi ve aklî delîllerle isbâtıdır.

Mâdem Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâattır; Risâle-i Nûr ise Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatın inancını beyân etmiştir. Öyle ise, Risâle-i Nûr’da dört mezheb inancına ve iki akíde imâmlarının i‘tikádına muhálif hîç bir mes’ele yoktur ve gösterilememiştir. Eğer Risâle-i Nûr’da Ehl-i Sünnet inancına záhiren muhálif bir mes’ele gösterilse, “Ma‘nâ ve murâd záhiren anlaşıldığı gibi değildir” deyip; o mücmel cümleleri Üstâd Bedîuzzamân’a áid mufassal cümlelerle îzáh etmemiz; mufassal bir îzáha rastlanmazsa, o mücmel cümleleri  edille-i şer‘ıyyeye göre te’vîl etmemiz ve yanlışı Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerine isnâd etmek değil belki anlayışımızı yanlış kabûl etmemiz lâzım gelir. Bedîuzzamân (ra)’ın Risâle-i Nûr’daki cümlelerini felsefî ta‘bîr ve ta‘rîflerle îzáh etmek, büyük bir hatáya yol açar. Meselâ; Eski Saíd’in eserlerinde “millet, vicdân hürriyyeti, dîn hürriyyeti, hukúkun hâkimiyyeti, fikir hürriyyeti” gibi záhiren ehl-i felsefe ve ehl-i siyâsetin kullandıkları ifâdelere benzeyen kelimeler geçmektedir. Saydığımız bu ve bunun gibi kelimeleri, Risâle-i Nûr’un başka yerlerindeki mufassal îzáhât ile îzáh etmek; bulunamadığı takdîrde o ifâdeleri dört edille-i şer‘ıyye ve iki akíde imâmlarının düstûrlarıyla açıklamak lâzımdır. Meselâ; Kur’ân’a göre, “dîn ile millet, müttehid-i bi’z-zâttır, muhtelif-i bi’l-i‘tibârdır”; ya‘nî hakíkí ma‘nâları birdir, fakat aralarında i‘tibârî ba‘zı farklılıklar mevcûddur.

Bu husústa Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:

فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا

O hâlde her bâtıl dînden hak dîn olan İslâm’a yönelen İbrâhîm (as)’ın milletine, ya‘nî dînine tâbi‘ olun.[1] 

Yine bir başka âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyurulmaktadır: 

قُلْ اِنَّنى هَدينى رَبّى اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ دينًا قِيَمًا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكينَ 

De ki: ‘Rabbim beni, dîn-i İslâm olan sırât-ı müstekíme hidâyet eyledi. Öyle bir dîn ki, gáyet sağlam ve kolay ve dîn-i háliste olan İbrâhîm (as)’ın dînidir. Ve o (İbrâhîm (as) ) müşriklerden olmadı.’ [2] 

Bu âyet-i kerîmelerin sarâhatince “millet” ile “dîn” kelimeleri müterâdiftir, eş ma‘nâlıdır. Halk arasında kullanılan “millet” ta‘bîri ise; “halk ve kavim” ma‘nâsındadır. Bedîuzzamân (ra), “İki Mekteb-i Musíbet Şehâdetnâmesi” adlı eserin 93. sayfasında, “Milletimiz de yalnız İslâmiyyet’tir” buyurmaktadır. Bu sebeble, Risâle-i Nûr’da “millet” veyâ “millî” kelimeleri geçtiğinde Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin murâdı “İslâmiyyet” ve bütün Müslümânların râbıta-i vahdeti olan “dîn-i İslâm” olduğu bilinmelidir. 

İkinci Esâs: Risâle-i Nûr’u, “ma‘nâ-yı harfî” nazariyle okumak lâzımdır. Ya‘nî, Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye cihetinde Kur’ân ve Hadîsin tefsîri olarak okunmalı; onların yerine ikáme edilmemeli ve ona müstakil bir eser nazarıyla bakılmamalı; belki Kur’ân ve Hadîsin hádimi nazarıyla bakılmalıdır. Bedîuzzamân (ra)’ın ahkâm-ı İlâhiyyeye muhálif hîç bir yazısı yoktur. Ancak, “Kur’ân, Hadîs, Fıkıh, Akíde ve Kelâm” ilimlerini bilmeyenler, o gizli komitenin fâsid te’vîllerine aldanarak o zâtın cümlelerine yanlış ma‘nâ vermektedirler. 

Üçüncü Esâs: Risâle-i Nûr’da geçen her hangi bir mes’eleyi ele alırken, Risâle-i Nûr’u bir bütün olarak değerlendirmeliyiz. Zîrâ, bir iki cümleyi ele alıp diğer cümleleri görmezlikten gelmek büyük bir hatádır. Nasıl ki; namâz kılmayan birisine sormuşlar: 

 “Niçin namâz kılmıyorsun?

Demiş: “Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de لاَ تَقْرَبُوا الصَّلوةَ‘Namâza yaklaşmayın!’[3] buyurmuyor mu?” Ona denilmiş:

Âyetin devâmını, ya‘nî وَاَنْتُمْ سُكَارى ‘Sarhóş olduğunuz hâlde’ kısmını da oku! 

O demiş: “Ben hâfız değilim. 

Aynen bu misâl gibi, Risâle-i Nûr’dan bir-iki cümleyi delîl olarak getirip, o cümleleri ta‘kíb eden veyâ başka yerlerde geçen mufassal îzáhâtı nazara almamak da bunun gibi bir hatádır. 

Dördüncü Esâs: Ma‘lûmdur ki, bir kelimenin “lügavî” ma‘nâsı ayrıdır; “ıstılâhî” ma‘nâsı da bütün bütün ayrıdır. Istılâhî ma‘nâ; o işin ehil ve erbâbı tarafından kullanılan ma‘nâdır. Meselâ; tasavvufa áid bir kelimeyi mutasavvıflardan; kelâma áid bir kelimeyi ilm-i kelâm ulemâsından; tıbla alâkalı bir terimi doktordan; siyâsetle alâkalı bir deyimi siyâsetçilerden sormak lâzımdır. Eğer onların kullandığı ma‘nâda o kelimeye ma‘nâ verilmezse, hatá edilmiş olur. Meselâ; “demokrasi”nin lügat ma‘nâsı; “halkın otoritesi” (hürriyyet) demektir. Demokrasinin mâzísi, takrîben 2000 yıl evvele dayanır. Demokrasi, Yunan feylesoflarının geliştirdiği beşerî bir sistemdir. Bunlara göre demokrasi: 

İnsânın hîç bir kánûn altına girmeden, kendi aklınca dilediği gibi hareket etmesi gerektiğini ileri süren bir düşüncedir. Ya‘nî, insânın ne beşerî kánûnları, ne de İlâhî kánûnları dinlemeden, herhangi bir baskı altında kalmadan ve başkasını da baskı altına almadan kendi hevâ ve hevesine göre yaşaması gerektiğini ileri süren bir düşüncedir. 

Bugünün feylesoflarının kabûl ettikleri demokrasi’nin ta‘rîfine gelince: 

Demokrasi, halkın kendi kendini idâre etmesidir. Ya‘nî, kendi idârecilerini kendilerinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da bi’z-zât kendilerinin çıkarmalarıdır. 

Mâdem her iki ta‘rîfe göre de demokrasi, beşerîdir; öyle ise Kur’ân nazarında merdûddur, gayr-ı meşrû‘dur. 

Demokrasinin daha geniş ma‘nâsını anlamak için, bu sâhada yazılan eserlere mürâcaat edilebilir. 2000 küsûr seneden beri kullanılan bir kelimenin ıstılâhî ma‘nâsı değiştirilemez. O hâlde, ba‘zı kesimlerin demokrasi gibi ba‘zı terimleri kendilerine göre ta‘rîf etmelerine i‘tibâr edilmez. 

Gerek sosyalizm, gerek komünizm, gerekse demokraside dîn, devlet işlerine karışamaz ve dîni esâslara dayalı devlet kurulamaz. Onların ta‘bîrince, dînî esâslara dayanan sistem “teokrasi”; dînî esâslara dayanmayan sistem ise “demokrasi” vb isimler ile isimlendirilir. 

Bütün dünyâ siyâsetçilerinin ta‘rîf ettiği böyle bir demokrasiyi meşrû‘laştırmaya kalkışan kişinin misâli; tıb noktasında bütün dünyâ profesörlerinin verdikleri bir karâra karşı, hîç tıbla ilişkisi olmayan bedevî bir insânın onların o karârlarını beğenmeyip, hepsinin yanlışını isbât etmeye kalkışmasına benzer. 

Bedîuzzamân Hazretlerinin “demokrasi” ile hîç bir alâkası yoktur ve o zât, eserlerinin hîç bir yerinde “demokrasi”veyâ “halkın hâkimiyyeti” ta‘bîrlerini kullanmamıştır. O hâlde, Bedîuzzamân Hazretlerini, demokrasiyi müdâfaa etmek ve benimsemekten tenzîh ederiz. Bu gibi propagandaları yapanların gáyeleri, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerini demokrasiyi savunan biri olarak göstermek súretiyle Müslümânların nazarını Risâle-i Nûr’dan çevirmek ve bununla da Müslümânların ahkâm-ı İlâhiyye hakkındaki inançlarını bozmaktır. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, “cumhûriyyet-i şer‘ıyye”yi ve “şûrâ-yı şer‘ıyye”yi medhetmiştir, ama demokrasiyi medhetmemiştir. Zîrâ, ileride îzáh edeceğimiz gibi, cumhûriyyet ayrıdır, demokrasi ise bütün bütün ayrıdır. 

Beşinci Esâs: Dördüncü Esâs’ta demokrasinin ta‘rîfi şöyle verildi: 

Demokrasi, halkın kendi kendini idâre etmesidir. Ya‘nî, kendi idârecilerini kendilerinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da kendilerinin çıkarmalarıdır. 

Bedîuzzamân Hazretleri, “İşârâtü’l-İ‘câz tefsîrinde “şerîat” kelimesini ise şöyle ta‘rîf etmektedir:

İnsândaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gazabiyye, kuvve-i akliyye Sáni‘ tarafından tahdîd edilmediğinden ve insânın cüz’-i ihtiyârîsiyle terakkísini te’mîn etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muámelâtta zulüm ve tecâvüzler vukúa gelir. Bu tecâvüzleri önlemek için, cemâat-ı insâniyye çalışmalarının semerelerini mübâdele etmekte adâlete muhtâcdır. Lâkin, her ferdin aklı, adâleti idrâkten áciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyâc vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kánûn şeklinde olur. Öyle bir kánûn, ancak şerîattır.[4] 

Bedîuzzamân Hazretlerinin şerîat hakkında yaptığı bu ta‘rîf, şu âyet-i kerîmelerden mülhemdir: 

ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلى شَريعَةٍ مِنَ اْلاَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلاَ تَتَّبِعْ اَهْوَآءَ الَّذينَ لاَيَعْلَمُونَ

Sonra ey Resûlüm! Seni dînden bir yol, bir şerîat üzere muvazzaf kıldık. Onun için sen, o şerîata uy da, bilmeyen kimselerin hevâlarına tâbi‘ olma![5] 

لِكُلّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً

Ey Peygamberler! Sizden her biriniz için Biz bir şerîat kıldık.[6] 

Bu ta‘rîfler muvâcehesinde anlaşıldı ki: Şerîat ayrıdır, demokrasi bütün bütün ayrıdır. Şerîatın demokrasi ile hîç bir alâkası yoktur. Çünkü, şerîat İlâhî kánûnlar mecmûasıdır, demokrasi ise beşerî sistemdir. Şerîat semâvîdir, demokrasi ise Arzîdir. 

Altıncı Esâs: Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri “cumhûriyyet”i şöyle ta‘rîf etmektedir: 

Eskişehir mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdâfaatımda dahi yazılmamış bir eski hátırayı ve latíf bir vâkıa-i müdâfaayı aynen beyân ediyorum. 

Orada benden sordular ki: ‘Cumhûriyyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: Eskişehir mahkeme reîsinden başka, daha sizler dünyâya gelmeden, ben dîndâr bir cumhûriyyetçi olduğumu elinizdeki târîhçe-i hayâtım isbât eder. Hulâsası şudur ki: O zamân, şimdiki gibi, hálî bir türbe kubbesinde inzivâda idim. Bana çorba geliyordu, ben de tânelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. 

İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: ‘Bu karınca ve arı milletleri, cumhûriyyetçidirler, o cumhûriyyet-perverliklerine hürmeten tânelerini karıncalara verirdim.’ Sonra dediler: ‘Sen, selef-i sálihîne muhálefet ediyorsun?’ Cevâben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn her biri hem halîfe, hem reîs-i cumhûr idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve sahâbe-i kirâma elbette reîs-i cumhûr hükmünde idi. Fakat, ma‘nâsız isim ve resim değil, belki hakíkat-ı adâleti ve hürriyyet-i şer‘ıyyeyi taşıyan ma‘nâ-yı dîndâr cumhûriyyetin reîsleri idiler.’ [7]  

Bedîuzzamân Hazretlerinin yukarıda zikredilen “cumhûriyyet” ta‘rîfi ile Dördüncü Esâs’ta verilen “demokrasi”ta‘rîfi mukáyese edildiğinde görülecektir ki; cumhûriyyet ayrıdır, demokrasi ise bütün bütün ayrıdır. Cumhûriyyet, hakíkí ma‘nâda kullanılsa ve lâfızdan ibâret kalmasa, hakáik-ı Kur’âniyyeye muhálif değildir; belki hakáik-ı Kur’âniyyeye tam tamına muvâfıktır ve ta‘bîr bakımından da İslâmî bir ta‘bîrdir. Zîrâ, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

 وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ Onlar, işlerinde meşveret ederler.[8]

Bir başka âyet-i kerîmede ise şöyle buyurulmaktadır:

وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ İş husúsunda onların re’ylerini al, fikirlerine mürâcaat et, müşâveret et.[9] 

Bu âyet-i kerîmelerin sarâhatine ve hukúk-ı İslâmiyyeye göre, Kur’ânî bir devletin idâresinde “Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâya muhálif olmamak şartıyla cemâatin re’yiyle milletin idâre edilmesi” demek olan “cumhûriyyet” meşrû‘dur, cumhûrun re’yi bu ölçüler içerisinde mu‘teberdir. 

Demokrasi ise; cumhûriyyetten çok daha ayrı bir cereyândır. Demokrasiyi müdâfaa edenlerin cumhûriyyetçi gibi görünmeleri, cumhûriyyet perdesi altında hedeflerine ulaşmak gáyesiyle avâmı aldatmak için sinsice bir plândır. 

Yedinci Esâs: Bedîuzzamân Hazretlerinin bir çok ifâdelerine göre; Osmânlıların son zamânında devlet idâresinde ve mahkemelerde ahkâm-ı İlâhiyye hâkim olmakla berâber; devlet idâresinde pâdişâhın istibdâdı hâkim idi. Bu ise; 

وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ  İş husúsunda onların re’ylerini al, fikirlerine mürâcaat et, müşâveret et!” ve 

وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ Mü’minler, işlerinde meşveret ederler” âyetlerine istinâden dîn-i mübîn-i İslâm bir şahsın re’yine bağlı kalmayı hóş görmediği için, Üstâd Bedîuzzamân tarafından buna “istibdâd” denilmiştir. 

Günümüzde ise ictimâí hayâtın hîç bir kademesinde ahkâm-ı İlâhiyye hâkim değildir. Bu sebeble, Osmânlıların son zamânlarındaki istibdâddan binler def‘a daha fazla bir istibdâd, bir zulm-i azím irtıkáb edilmektedir. Zîrâ, o zamân şahsın istibdâdı vardı. Şimdi ise eşhásın, ya‘nî cemâat hâlinde bir topluluğun istibdâdı mevcûddur. 

Bedîuzzamân Hazretlerinin “Münâzarât” adlı eserinde beyân edildiği gibi; Kur’ân, idâreye ve halka ma‘nâ-yı harfîyle bakar. Ya‘nî, hâkim, ahkâm-ı Kur’âniyyedir. İdâre, o ahkâm-ı Kur’âniyyeyi icrâ etmekle; raıyyet ise o ahkâma itáat etmekle mükelleftir. Demek, ne idâre, ne de raıyyet müstakil değildir. Meclis-i meb‘úsân, hukúk-ı İslâmiyyenin ta‘yîn ettiği hudûdlar içerisinde millet maslahatı için ba‘zı idârî karârlar alıp o karârları tatbîk edebilir. Demokrasi ve diğer beşerî sistemler ise; idâreye ve raıyyete ma‘nâ-yı ismîyle bakar. Ya‘nî, hâkim, beşerî düzenlemelerdir. 

Sekizinci Esâs: Hîç bir bâtıl meslek yoktur ki, içinde hak bir nokta bulunmasın. Ne kadar bâtıl meslek varsa, mutlaka dayandığı bir hak nokta vardır; o meslek, bu hak nokta sâyesinde ayakta kalır ve hayâtını devâm ettirir. Bedîuzzamân Hazretlerinin buyurduğu gibi: 

Her bir Müslümânın her bir sıfatı Müslümân olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfîrin dahi bütün sıfat ve san‘atları kâfîr olmak lâzım gelmez.[10] 

Bu i‘tibârla demokrasi, sosyalizm, komünizm ve bunlar gibi sistemlerin bütün esâslarının da bâtıl olması lâzım değildir. Hakka dayanan ba‘zı noktaları bulunabilir. Ancak, bu sistemler, bu hak noktalara istinâd etmeleriyle kendilerini mes’ûliyyet-i ma‘neviyyeden kurtaramazlar. Ne zamân doğrudan doğruya Kur’ân’a dayansalar ve o hükümleri Elláh hesâbına icrâ etseler o zamân adâleti te’mîn ederler ve mes’ûliyyetten kurtulurlar. Her ne kadar komünizm, sosyalizm ve demokraside ba‘zı kánûnlar vahy-i semâvîden alınmış olsa bile, dîn nâmına ve Elláh hesâbına olmadığı için dalâlettir ve adâleti te’mîn edemez. Bedîuzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor: 

Hem de emr-i İlâhî ile olmadığından o cezâlar da adâlet değil. Abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakíkí adâlet ve te’sîrli cezâ odur ki: Elláh’ın emri nâmıyla olsun. Yoksa, te’sîri yüzden bire iner. 

Saádet-i beşeriyye dünyâda adâlet ile olabilir. Adâlet ise doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir...[11] 

Dokuzuncu Esâs: Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle, tatbîk edilen kánûnlar, farz-ı muhâl olarak Kur’ân ve sünnete muvâfık da olsa, adâlet-i İlâhiyye nâmına, Kur’ân ve Elláh hesâbına olmadığı, belki beşerî nizámlar nâmına bir icrâat olduğu için; ulemâ-i İslâm tarafından dalâlet kabûl edilmiştir. 

Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, bu ma‘nâda eserlerinde şöyle buyurmaktadır: 

Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiyye nâmına ve hakáik-ı İslâmiyye dâiresinde mahkemeler açmazsa, maddî ve ma‘nevî kıyâmetler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cûc ve Me’cûclere teslîm-i silâh edecekler diye kalbe ihtár edildi.[12] 

Me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamânda terbiye-i İslâmiyyenin noksániyyetiyle ve ubûdiyyetin za‘fiyyetiyle benlik, enâniyyet kuvvet bulmuş. Me’mûriyyeti, hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirâne bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi, adâlet olmaz; esâsiyle de bozulur ve hukúk-ı ibâd da zîr u zeber olur. Hukúk-ı ibâd, hukúkulláh hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur.[13] 

İnşâelláh ileride bu konu ile alâkalı müstakil bir eser neşredilecektir. 

Onuncu Esâs: Osmânlı Devletinin son zamânlarında iki çeşit mahkeme vardı. Birinde ahkâm-ı İlâhiyye, diğerinde ise ecnebî kánûnlar hâkim idi. Müslümânlar şer‘í mahkemeye; diğer Rûm, Ermeni vb. kavimler ise hangi mahkemeyi dilerlerse oraya giderlerdi. Bu sebeble ahkâm-ı İlâhiyyeyi yasaklamadıkları için, bu hâl günâh-ı kebâir olmakla berâber küfrü mûcib olmadığından, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri “Münâzarât” adlı eserinde onlara müsâmahakâr davranmış, ya‘nî onları tekfîr etmemiştir. Bilâhare 3 Mart 1340 târîhli ve 430 sayılı tevhîd-i tedrîsât kánûnuyla şer‘í mahkemeler kaldırıldı. Teemmel! 

On Birinci Esâs: Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri Arabî “İşârâtü’l-İ‘câz” tefsîrinde îmânı şöyle ta‘rîf etmiştir:

ان الايمان هو النور الحاصل بالتصديق بما جاء به النبى عليه السلام فى ضروريات الدين تفصيلا و اجمالا فى غيرها

Ya‘nî: “Îmân, Resûl-i Ekrem (asm)’ın getirdiği bütün zarûriyyât-ı dîniyyeyi tafsílen ve zarûriyyâtın gayrisini ise icmâlen tasdîk etmekle hâsıl olan bir nûrdur.[14] 

Bedîuzzamân (ra) Hazretleri “İslâm”ı ise şöyle ta‘rîf etmektedir: 

İslâmiyyet, iltizâmdır; îmân, iz‘ándır. Ta‘bîr-i diğerle: İslâmiyyet, hakka tarafgîrlik ve teslîm ve inkıyâddır; îmân ise, hakkı kabûl ve tasdîktir. 

Îmânsız İslâmiyyet, sebeb-i necât olmadığı gibi; İslâmiyyetsiz îmân da medâr-ı necât olamaz.[15] 

Demek, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle “îmân”, Kur’ân’da ve Sünnet’te geçen ahkâm-ı İlâhiyyeyi tasdîk etmek; “İslâm” ise Kur’ân’da ve Sünnet’te geçen ahkâm-ı İlâhiyyenin, bâ-husús şeáir-i İslâmiyyenin ferd ve cemâat olarak tatbîk ve icrâsına kalben tarafdâr olmak; dîne muhálif bid‘alara ise tarafdâr olmamaktır. 

Kısaca “îmân”, zarûriyyât-ı dîniyyeyi tasdîk; “İslâm” ise o zarûriyyâta tarafdâr olmaktır. Îmân ve İslâm biri birisiz olmaz. Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle: “Îmânsız İslâmiyyet sebeb-i necât olmadığı gibi; İslâmiyyetsiz îmân da medâr-ı necât olamaz.” Bu husústa “Dokuzuncu Mektûb” ve “Barla Lâhikası” 352. sahîfede geçen Bedîuzzamân Hazretlerinin tafsílâtlı îzáhâtına mürâcaat edilebilir. 

O hâlde, Risâle-i Nûr’da ve Bedîuzzamân Hazretlerinin mektûblarında geçen “İslâmiyyet” ve “İslâm” kelimelerinden murâd; “idârî, hukúkî, ictimâí ve ferdî” sâhalarda ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkıni ferdlerin ve cemâatin yüklenmesi ve yürütmesidir. 

On İkinci Esâs: Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin kullandığı “Demokrat” ve “Demokratlar” kelimeleri, o zamânki bir partinin ve o parti mensûblarının adıdır. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, Demokratlara yazmış olduğu mektûblarında geçen bu iki kelimeyi ıstılâhî ma‘nâda kullanmamış; ancak bir kaç yerde lügavî ma‘nâda kullanmıştır.

On Üçüncü Esâs: Ba‘zı siyâsîlerin -hâşâ yüz bin def‘a hâşâ- “Bedîuzzamân da demokrasiyi istihsân etmiştir” demeleri; Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın Adnan Menderes ve diğer demokratlara yazmış olduğu mektûbların, o gizli zındıka komitesi tarafından te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edilmesinden ve bu gibi te’vîllerin Müslümânların sû-i tefehhümüne sebeb olmasından kaynaklanmaktadır. 

Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin ileride şerh ve îzáh edeceğimiz mektûblarından da anlaşılacağı üzere; o zât, başta Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Parti mensûblarına Kur’ân nâmına tavsiyede bulunmuş ve onlar hakkında “dîndâr” ve “kahramân-ı İslâm” gibi medih ifâde eden kelimeleri de bu tavsiyeleri yerine getirmek şartına bağlı olarak kullanmıştır. Bedîuzzamân Hazretlerinin demokratlara buyurduğu tavsiyeleri altı ana maddede toplayabiliriz:

1) Hakáik-ı İslâmiyye ve hukúkulláh olan bütün ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın tüm safhalarına, husúsan ilmî, amelî ve edebî sâhalara yerleştirmek ve bu sâhalarda Kur’ân, Hadîs ve hak mezheb imâmlarının inançlarını hâkim kılmak. 

2) Menfî milliyyeti kaldırmak ve devlete, ırkçılığı ifâde etmeyen ve bütün Müslümânları kucaklayacak İslâmî bir isim vermek ve diğer ırklara da haklarını vermekle adâleti te’mîn etmek. 

3) Particilik zihniyyetini devlette hâkim kılmamak. 

4) Ayasofya Câmiini ibâdete açmak. 

5) Hakáik-ı îmâniyye ve Kur’âniyyeyi ders veren Risâle-i Nûr’u resmen serbest etmek ve tedrîsât mahallerine koymak. 

6) Kur’ân’a dayanmakla dâhılî ve háricî düşmânlara karşı galebe çalmak. Bedîuzzamân Hazretleri, “Kırk sahâbe ile dünyânın kırk devletine karşı meydân-ı muárazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakíkat-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak” cümlesiyle Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: Kırk sahâbe, Kur’ân’a dayandığı için kırk devleti mağlûb etmiştir. Sen de dört yüz meb‘úsunla Kur’ân’a dayansan, dâhılî ve háricî düşmânlarına karşı galebe edersin.    

Demokratların, bu tavsiyeleri yerine getirdikleri takdîrde tam dîndâr ve kahramân-ı İslâm olduklarını isbât edebileceklerini, aksi takdîrde tokat yiyeceklerini peşînen haber vermiştir. Onlar ise Bedîuzzamân (ra)’ın irşâd ve teblîğ makámında yaptığı bu tavsiyelerin hîç birini yerine getirmedikleri ve Kur’ân nâmına yapılan bu teblîği dinlemedikleri için, Bedîuzzamân Hazretleri onlara duá etmedi, dolayısıyla onlar muvaffak da olamadılar. 

Bedîuzzamân Hazretlerinin onlar hakkında “dîndâr demokratlar” ta‘bîrini kullanmasının sebebi, o zamân o partide bir kısım dîndârların bulunmasıdır. Yoksa, Bedîuzzamân Hazretleri -hâşâ- “O parti dîndârların partisidir, dîndâr bir insân demokrat olabilir, dolayısıyla o partiyi destekleyin” demek istememiştir. 

On Dördüncü Esâs: Eskiden beri bütün ulemâ-i İslâm, baştaki idârecileri irşâd için o idâreciyi evvelâ kendi saflarındaymış gibi kabûl edip onları okşayarak hakka da‘vet etmişlerdir. Eğer onları saf dışı kabûl edip hıtáb etselerdi; o idâreciler hakkı kabûl ve tatbîk etmekte inâd ederlerdi. Bu husús, bütün ulemâ-i İslâm’ın idâreciler hakkındaki bir irşâd metodudur. 

İşte bu irşâd metoduna binâen Bedîuzzamân (ra) Hazretleri de, Adnan Menderes hakkında “dîndâr ve kahramân-ı İslâm” gibi ifâdeler kullanmış. Bu, onun tam dîndâr ve kahramân-ı İslâm olduğu ma‘nâsına gelmez. Belki, Bedîuzzamân Hazretleri, ulemâ-i İslâm’ın mezkûr irşâd metodunu kullanmak súretiyle bu ta‘bîrlerle Adnan Menderes’i okşayarak taltíf etmiş ve “Çalış, bu iltifâta lâyık ol!” demek istemiştir. O ise mezkûr tavsiyeleri yerine getirmediğinden bu iltifâta liyâkatını kaybetmiştir. 

Hem Bedîuzzamân Hazretlerinin bu teblîği, sâdece Adnan Menderes ve diğer Demokratlara mahsús değildir. Belki Bedîuzzamân Hazretleri, dellâl-ı Kur’ân olması hasebiyle zamânındaki bütün idârecilere (Sultán Abdülhamid, Sultán Reşâd, Hurşid Paşa, CHP DâhıliyyeVekîli ve Kâtib-i Umûmîsi Hilmi Bey vb.) aynı teblîğâtta bulunmuştur. Nümûne olarak Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin, CHP Dâhıliyye Vekîli ve Kâtib-i Umûmîsi (Genel Sekreteri) Hilmi Uran’a yazdığı bir mektûbu aynen naklediyoruz: 

Eski Dâhıliyye Vekîli, şimdi Parti Kâtib-i Umûmîsi Hilmi Bey! Yirmi sene zarfında bir tek isti‘dâ Dâhıliyye Vekîli iken sana yazdım. Fakat, yirmi senelik káidemi bozmadım, vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem eski Dâhıliyye Vekîli, hem şimdi Kâtib-i Umûmî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene hükûmetle konuşmayan, tek bir def‘a yine hükûmet hesâbına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir-iki saat müsâade ediniz. 

Sâniyen: Şimdi Partinin Kâtib-i Umûmîsi i‘tibâriyle size bir hakíkatı beyân etmeğe kendimi mecbûr biliyorum. Hakíkat da şudur:  

Sen Kâtib-i Umûmî olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gáyet ehemmiyyetli bir vazífe var. O da şudur: 

Bin seneden beri Álem-i İslâmiyyeti kahramânlığı ile memnûn eden ve vahdet-i İslâmiyyeyi muhâfaza eden ve álem-i beşeriyyeti küfr-i mutlaktan ve dalâletten şanlı bir súrette kurtulmasına büyük bir vesîle olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların dîn kardeşleri; eğer şimdi, eski zamân gibi kahramâncasına Kur’ân’a ve hakáik-ı îmânas áhib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyyet, eskide yanlış bir súrette ve dîn zararına medeniyyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakáik-ı Kur’âniyye ve îmâniyyeyi tervîce çalışmazsanız, size kat‘ıyyen haber veriyorum ve kat‘í hüccetlerle isbât ederim ki; Álem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahramân kardeşi ve kumândânı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi Álem-i İslâmı mahva çalışan küfr-i mutlak altındaki anarşiliğe mağlûb olup Álem-i İslâmın kal‘ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhânın istîlâ etmesine sebebiyyet verecek. 

Evet, háricde iki dehşetli cereyâna karşı bu kahramân millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-i mutlakı, istibdâd-ı mutlakı, sefâhet-i mutlakı ve ehl-i nâmûsun servetini serserilere ibâhe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyânı durduracak; ancak İslâmiyyet hakíkatıyla mezc olmuş, ittihâd etmiş ve bütün mâzídeki şerefini İslâmiyyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyyetperverleri ve milliyyetperverleri, her şeyden evvel bu mümtezic, müttehid milletin can damarı hükmünde olan hakáik-ı Kur’âniyyeyi terbiye-i medeniyye yerine esâs tutmak ve düstûr-i hareket yapmakla o cereyânı durdurur inşâelláh. 

İkinci cereyân: Álem-i İslâm’daki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyyet-i İslâmiyyeyi dînsizlikle ittihâm etmekle bozmak ve Álem-i İslâm’ın irtibâtını ma‘nen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adâvete çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyânın aklı başında olsa, bu dehşetli plânı değiştirip háricdeki Álem-i İslâm’ı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyyet dînini okşasa, hem o da çok istifâde eder, hem azím fütûhâtını bir derece muhâfaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli belâdan kurtulur. Eğer şimdi siz kâtib-i umûmî olduğunuz hamiyyetperver, milliyyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyân eden ve medeniyyet hesâbına mukaddesâtı çiğneyen usûlleri muhâfazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılâb nâmında yaptıkları icrâatı esâs tutarak mevcûd haseneleri ve inkılâb iyiliklerini onlara verip ve mevcûd dehşetli kusúrları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahramân ve dîndâr milleti, İslâmın ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhûm ordularına ve milyonlarla şehîdlerine ve milletine büyük bir muhálefet ve ervâhına bir ma‘nevî azâb ve şerefsizlik olmakla berâber; o üç-dört inkılâbçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücûd bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisâr edip küçülür, hîçe iner; daha dehşetli kusúrlara keffâret olamaz. 

Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhılî ve háricî muárızlar var. Ben dünyâ ve siyâsetin hâline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat, beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecbûriyyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muárız çıkmış. Eğer o muárız mükemmel bir reîs bulup hakáik-ı îmâniyye nâmına çıksa idi, birden sizi mağlûb ederdi. Çünkü, bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an‘ane-i İslâmiyye ile, rûh ve kalb ile bağlanmış. Záhiren muhálif, fıtratındaki emre itáat cihetiyle serfüru‘ etse de, kalben bağlanmaz. Hem bir Müslümân, başka milletler gibi değil. Eğer dînini bıraksa anarşist olur, hîç bir kayıd altında kalamaz; istibdâd-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hîç bir terbiye ve tedbîrle idâre edilmez. Bu hakíkatın çok hüccetleri, çok misâlleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havâle ediyorum. 

Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyâcını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazífenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılâb kusúrlarını üç-dört adamlara verip şimdiye kadar umûmî harb ve sâir inkılâbların icbârıyla yapılan tahrîbâtları -husúsan an‘ane-i dîniyye hakkında- ta‘mîre çalışsanız, hem size istikbâlde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusúrâtlarınıza keffâret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyyetperver, hamiyyetperver nâmına müstehak olursunuz. 

Râbian: Mâdem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve mâdem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve mâdem o kat‘í ölüm ehl-i dalâlet için i‘dâm-ı ebedîdir, yüz bin hamiyyetçilik ve dünyâperestlik ve siyâsetçilik onu tebdîl edemez ve mâdem Kur’ân, o i‘dâm-ı ebedîyi ehl-i îmân için terhîs tezkeresine çevirdiğini güneş gibi isbât eden Risâle-i Nûr elinize geçmiş ve yirmi seneden beri hîç bir feylesof, hîç bir dînsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden feylesofları îmâna getiriyor ve bu on iki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemâdan mürekkeb ehl-i vukúfunuz Risâle-i Nûr’u tahsîn ve tasdîk ve takdîr edip, îmân hakkındaki hüccetlerine i‘tirâz edememişler ve bu millet ve vatana hîç bir zararı olmamakla berâber, hücûm eden dehşetli cereyânlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî olduğuna, Türk milletinden husúsan mekteb görmüş gençlerden yüz bin şâhid gösterebilirim; elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyyetli bir vazífenizdir. Siz dünyevî çok diplomatları her zamân dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesâbına konuşan, benim gibi kabir kapısında vatandaşların hâline ağlayan bir bî-çâreyi dinlemek lâzımdır.[16] 

Görülüyor ki, Bedîuzzamân Hazretleri Demokratlara yaptığı tavsiyeyi aynen Halk Partililere de yapmıştır. O hâlde, Bedîuzzamân Hazretleri sâdece Demokrat Parti mensûblarını muhátab alıp onlara mektûb yazmamıştır. Belki her devredeki erkân-ı devlete Kur’ân nâmına teblîğâtta bulunmuş ve vazífe-i kudsiyyesini îfâ etmiştir. 

On Beşinci Esâs: Bedîuzzamân Hazretlerinin Demokrat Parti’ye gönderdiği mektûblara gelince; Hacı Hulûsí Bey merhûmun dediği gibi, “Onlar, o zamâna mahsús geçici bir cemîledir”; ya‘nî ileride de îzáh edeceğimiz gibi; Demokratlar, o zamân ezânın Arabca okunması teklîfini meclise götürdüler ve ba‘zı mahkûmları serbest bıraktılar. Bunun dışında bir icrâat göstermediler. Bu sebeble o tür mektûblar, Kur’ân, Hadîs ve dört mezheb imâmlarının görüşleriyle ve Risâle-i Nûr’un mufassal ifâdeleriyle ma‘nâ edilmelidir. 

On Altıncı Esâs: Bedîuzzamân Hazretlerinin Demokratlara yazdığı mektûblarda geçen ve gizli bir ecnebî komite tarafından yanlış yorumlanan ifâdelerinden birisi de şudur: 

İttihâd-ı İslâm Partisi; yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir. 

 İleride daha tafsílâtlı bir súrette îzáh edeceğimiz gibi; o gizli ecnebî komite, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin bu ifâdelerini te’vîl ederek, hayâtın tüm sahalarında ahkâm-ı İlâhiyyenin hâkim olabilmesi için halkın yüzde yetmişinin Müslümân olması mecbûriyyetini ileri sürmektedir. Hâlbuki, hukúk-ı İslâmiyyeye göre, ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında hâkim olması için halkın yüzde yetmişinin Müslümân olması şart değildir. Belki bu ifâde, o zamân iktidâra gelen dîndâr partinin mecliste İslâmiyyet lehinde karârlar alabilmesi için o partinin yüzde yetmişinin İslâmiyyete tarafdâr ve tam mütedeyyin olmasının gerekli olduğunu beyân etmektedir. Dolayısıyla, bu yüzde yetmiş mes’elesi, halkla alâkalı bir şart değil; belki partiyle alâkalı bir şarttır ve o günkü şartlar ve yürürlükteki mevcûd kánûnlara göre lâzım gelen bir durumdur. Ya‘nî, halkın yüzde yetmişinin mütedeyyin olması değil; belki partinin yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması şart idi.

On Yedinci Esâs: Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

Evet, millet-i İslâmiyyenin sebeb-i saádeti, yalnız ve yalnız hakáik-ı İslâmiyye ile olabilir. Ve hayât-ı ictimâıyyesi ve saádet-i dünyeviyyesi şerîat-ı İslâmiyye ile olabilir.[17]

Şerîatın bir hakíkatına, bin rûhum olsa fedâ etmeğe hâzırım; Zîrâ, şerîat, sebeb-i saádet ve adâlet-i mahz ve fazílettir.[18]

En mukaddes maksadım, şerîatın ahkâmını tamâmen icrâ ve tatbîktir.[19] 

Bedîuzzamân Hazretlerinin bu ifâdelerine ve fukahâ-yı İslâm’ın beyânâtına göre; Kur’ân’ın hayât-ı ictimâıyyede hâkim olabilmesi için milletin re’yine mürâcaat edilmez. Çünkü, hâkim yalnız ve yalnız hakáik-ı İslâmiyyedir. Halka düşen vazífe, ahkâm-ı İlâhiyyeye teslîm olup itáat etmektir. Ahkâm-ı İlâhiyye esâstır. Halk istesin istemesin, o İlâhî hükümler hayât-ı ictimâıyyede hâkim olacaktır. Bu, halkın isteğine bağlı değildir. Eğer halkın isteğine bağlı olsaydı; her asırda dünyâda kâfîrler mü’minlerden çok daha fazla olduğu için, insânlar hîç bir zamân Kur’ân’a dayalı bir devleti istemeyeceklerinden böyle bir İslâm Devleti de hîç bir zamân kurulamazdı. Hâlbuki, Peygamberimiz (sav)’den tâ Osmânlı Devletinin sonuna kadar devlet idâresinde ahkâm-ı İlâhiyye tatbîk edilmiş ve bu husústa halkın re’yine mürâcaat edilmemiştir. Çünkü, İlâhî kánûnların kabûlü ve tatbîkı için seçim yapılmaz; ancak kánûnları tatbîk edecek eşhás için, hukúk-ı İslâmiyyenin ta‘yîn ettiği ölçüler çerçevesinde seçim yapılabilir -Dört halîfenin seçimi gibi. 

İslâmiyyete göre devlet, Kur’ân’ı kabûl edecek; ve sistemde hâkim, hakáik-ı İslâmiyye olacaktır. Halk ister istemez bu kánûnlara boyun eğecek ve itáat edecektir. Kur’ân’ın, hayâtın her safhasında hüküm-fermâ olup olmaması husúsunda halkın re’yine mürâcaat edilmez. Diyâr-ı İslâm’da halka böyle bir hürriyyeti tanımak dalâlettir. Çünkü, bu mürâcaat, İlâhî kánûnlara karşı beşerin muáraza etmesi ma‘nâsına gelir. Ya‘nî, böyle bir seçim, “İlâhî kánûnları mı kabûl edersin, yoksa Elláh’ın şerîki hükmünde olan beşerî kánûnları mı kabûl edersin?” ma‘nâsındadır. 

Devlet-i İslâmiyye, Kur’ânî esâslara dayanır. Kur’ân’ın ahkâmının tatbîk ve muhâfazası için dînin ta‘yîn ettiği şartlar dâhılinde ba‘zı eşhásın seçimine gidilir. Beşer, Elláh’a karşı, ya‘nî ahkâm-ı İlâhiyyeye karşı hür değildir; belki o ahkâmı tatbîk ve muhâfaza etmekle mükellef birer abddir. İlâhî kánûnlarla beşerî kánûnlardan birini seçmek husúsunda halkı muhayyer bırakmak; beşeri Elláh’ın ipinden koparıp beşere köle etmek demektir. Buna -hâşâ- hürriyyet-i vicdân denilmez. Mezkûr hükümler fukahâ-yı İslâm’ca böyle tesbît edilmiştir. 

On Sekizinci Esâs: Bedîuzzamân Hazretleri beşerî kánûnları şöyle ta‘rîf etmektedir: 

Sizi iğfâl eden ve adliyeyi şaşırtan, hükûmeti bizimle vatana ve millete zararlı bir súrette meşgúl eyleyen muárızlarımız olan zındıklar ve münâfıklar, istibdâd-ı mutlaka ‘cumhûriyyet’ nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı ‘rejim’ altına almakla, sefâhet-i mutlaka ‘medeniyyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kánûn’ ismini takmakla hem sizi iğfâl, hem hükûmeti işgál, hem bizi perîşân ederek, hâkimiyyet-i İslâmiyyeye ve millete ve vatana ecnebî hesâbına darbeler vuruyorlar.[20] 

Bize hücûm etmek için istibdâd-ı mutlaka cumhûriyyet nâmını vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefâhet-i mutlaka medeniyyet nâmını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kánûn nâmını vermekle; hem bizi perîşân, hem hükûmeti iğfâl, hem adliyeyi bizimle ma‘nâsız meşgúl eylediler.[21] 

İlâhî kánûnların “şerîat” diye isimlendirildiğini de Bedîuzzamân Hazretleri şöyle ifâde etmiştir: 

İnsândaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gazabiyye, kuvve-i akliyye Sáni‘ tarafından tahdîd edilmediğinden ve insânın cüz’-i ihtiyârîsiyle terakkísini te’mîn etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muámelâtta zulüm ve tecâvüzler vukúa gelir. Bu tecâvüzleri önlemek için, cemâat-ı insâniyye çalışmalarının semerelerini mübâdele etmekte adâlete muhtâcdır. Lâkin, her ferdin aklı, adâleti idrâkten áciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyâc vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kánûn şeklinde olur. Öyle bir kánûn, ancak şerîattır.[22] 

Kelâm ulemâsı da dîn-i hakkı şöyle ta‘rîf etmişlerdir: “Akıl sáhiblerini kendi ihtiyârlarıyla bi’z-zât hayr olan şeylere ulaştıran İlâhî kánûnlar manzúmesidir. 

Bedîuzzamân (ra)’ın yukarıdaki ifâdelerinden ve kelâm ulemâsının dîn-i hakkı ta‘rîflerinden anlaşılıyor ki; Bedîuzzamân’ın Demokratlara yazdığı mektûblarda zikredilen “kuvvet, kánûnda olmalı” gibi cümlelerinde geçen “kánûn” kelimesinden murâd, İlâhî kánûnlar manzúmesi olan “dîn”dir. Yoksa, -hâşâ binler def‘a hâşâ- Bedîuzzamân (ra)’ın bu kelimesinden murâdı, beşerî kánûnlar değildir. 

On Dokuzuncu Esâs: Bütün semâvî dînlere göre teşrî‘ hakkı, ya‘nî kánûn koyma ve o kánûnlarla halkı idâre etme yetkisi bi’z-zât Cenâb-ı Hakk’a áiddir. 

Yirminci Esâs: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat i‘tikádına göre, İslâm kılıncıyla feth edilen yerlere “Dâr-ı İslâm” denilir. Edille-i şer‘ıyye ile tesbît edilen ahkâm ve kánûnlarla yönetilen devlete ise “İslâm devleti” denir. Bu sebeble, “Dâr-ı İslâm” ayrıdır, “İslâm devleti” bütün bütün ayrıdır. 

Yirmi Birinci Esâs: Bu asrın ta‘bîrince demokrasiye “sağcılık”; sosyalizm ve komünizme de yine bu asrın ta‘bîrince “solculuk” denilmektedir. Hâlbuki, Kur’ân nazarında bu asır insânlarının sağ dedikleri de soldur; sol dedikleri de soldur. Kısaca, Kur’ân’ın ta‘yîn ettiği sistemin dışındaki bütün sistemler soldur. Tarîk-i îmân ve Kur’ân “sağ”dır; tarîk-i küfür ve dalâlet ise “sol”dur. 

Evet, ahkâm-ı Kur’âniyyeye tamâmen muhálif olan demokrasiye bu asır insânlarının “sağ” demeleriyle veyâ “İslâmî demokrasi”nâmını vermeleriyle hüküm değişmez. Bu husústa Bedîuzzamân (ra) şöyle buyurmaktadır: 

Küfür ile îmân ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyyete karşı komünist mücâdelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek îcâb ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler, hakları var; ‘Sağ İslâmiyyet, sol komünistlik, ortası da Nasrâniyyet’ diyebilirler. Fakat, bu vatanda küfr-i mutlaka karşı îmân ve İslâmiyyetten başka bir dîn, bir mezheb olamaz. Olsa, dîni bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü, hakíkí bir Müslümân hîç bir zamân Yahûdî ve Nasrânî olamıyor. Olsa olsa dînsiz olup tam anarşist olur. 

İnşâelláh, Maárif ve Adliye Vekîlleri gibi sâir erkânlar da bu ehemmiyyetli hakíkatı tam anlayacaklar. Sağ-sol ta‘bîri yerine, hak ve hakíkat ve Kur’ân ve îmân kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-i mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahrîbâtlarından kurtarmağa çalışmalarını rahmet-i İlâhiyyeden bütün rûh u canımızla niyâz ve ricâ ediyoruz.[23] 

Evet, Kur’ân nazarında bütün kâfîrler “ashâb-ı şimâl[24]; bütün mü’minler de “ashâb-ı yemîn[25] olarak tesmiye olunmuşlardır. Bu sebeble, Kur’ân şâkirdlerinin ve Risâle-i Nûr talebelerinin en mühim vazífesi, bu asır insânlarınca “sol” olarak kabûl edilen sosyalizm ve komünizmi müdâfaa etmek olmadığı gibi; yine bu asır insânlarınca “sağ” olarak kabûl edilen demokrasiyi de müdâfaa etmek değildir. Belki, doğrudan doğruya ahkâm-ı Kur’âniyyeyi müdâfaa etmektir. 

Mukaddime burada bitti. Şimdi, tevfîk-ı İlâhî ile Üstâd Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerinin Demokrat Parti mensûblarına yazmış olduğu mektûbların şerh ve îzáhına geçiyoruz. 

BİRİNCİ MEKTÛB

 METİN 

Kalbe ihtár edilen ictimâí hayâtımıza áid bir hakíkat: Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihâd-ı İslâm’dır. 

İttihâd-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir. Dîni, siyâsete âlet etmemeğe, belki siyâseti dîne âlet etmeğe çalışabilir. Fakat, çok zamândan beri terbiye-i İslâmiyye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinâyetine karşı dîni siyâsete âlet etmeğe mecbûr olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır. 

ŞERH VE ÎZÁHI                                                                                      

 (Kalbe ihtár edilen ictimâí hayâtımıza áid bir hakíkat: Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihâd-ı İslâm’dır. 

İttihâd-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir.) İttihâd-ı İslâm Partisinin Mecliste İslâm lehinde karârlar alabilmesi ve kendisini koruyabilmesi için, o partiye girenlerin yüzde yetmişinin sağlam Müslümân olması gerekirdi. Demek bu husús, o günkü parti ile alâkalı bir şart idi; İslâm hukúkunun seçim sistemiyle alâkalı bir şart değildir. Nitekim, Hazret-i Üstâd (ra), bunu “şimdiki siyâset” kaydıyla ifâde etmiştir. 

Bedîuzzamân (ra) Hazretlerinin yukarıdaki cümlelerinin doğru anlaşılabilmesi için; o zamâna hayâlen gitmek lâzımdır. O zamânda dört tâne siyâsî parti mevcûddu. İktidâra gelen dîndâr partinin, Mecliste İslâmiyyet lehinde karârlar alabilmesi için, o partinin yüzde yetmişinin İslâmiyyete tarafdâr tam mütedeyyin olması gerekirdi. Bu yüzde yetmiş mes’elesi,  -hâşâ- dînî ve şer‘í bir ölçü değildir; belki o zamânki parti ile alâkalı bir şart idi. Yoksa,  hukúk-ı İslâmiyyeye göre, “Ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında hâkim olabilmesi için halkın yüzde yetmişi tam mütedeyyin olmalıdır” diye bir şart yoktur. 

(Dini, siyâsete âlet etmemeğe, belki siyâseti dîne âlet etmeğe çalışabilir. Fakat, çok zamândan beri terbiye-i İslâmiyye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinâyetine karşı dîni siyâsete âlet etmeğe mecbûr olacağından,) Bedîuzzamân Hazretleri (ra) bu cümlelerinde, dînde siyâset ve particilik olmadığını ifâde ediyor. Çünkü, İttihâd-ı İslâm Partisinin İslâmiyyete hizmet edebilmesi için, o partiye girenlerin yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması gerekirdi. Aksi takdîrde dînde ta‘vîz vermek zorunda kalacaktı. Terbiye-i İslâmiyye ise çok zamândan beri zedelendiği için, o parti mensûbu milletvekîllerinin yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması mümkün değildi. Demek, bu parti, bu noktada muvaffak olamayacağından dolayı, siyâseti dîne değil; belki dîni siyâsete âlet etmek ve dînde ta‘vîz vermek mecbûriyyetinde kalacaktı. Bu ise dînde olamaz. Bundan dolayı Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, particilik sistemi ile dîne hizmet edilemeyeceğini ifâde etmiştir. 

Ba‘zılarının zannettikleri gibi, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri bu mektûbunda İttihâd-ı İslâm Partisinin başa gelmesini istememiş ma‘nâsında değildir. Üstâd Hazretleri Demokratlara diyor ki; mâdem siz iktidârdasınız, öyle ise sizler Kur’ân’ı hâkim kılınız. İttihâd-ı İslâm Partisinin iktidâra gelmesine fırsat vermeden hemen hakáik-ı İslâmiyyeye dayanın. Zîrâ, İttihâd-ı İslâm Partisinin kazanması hâlinde, o parti mensûblarının da yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması mümkün olmayacağı için dîni siyâsete âlet ederler ve İslâmın hâkim olması gecikebilir. Bu da İslâm için zarardır. Mezkûr cümlelerden Bedîuzzamân (ra)’ın İttihâd-ı İslâm Partisini reddettiği, Demokrat Partiyi ise desteklediği ma‘nâsı anlaşılmamaktadır. Eğer İttihâd-ı İslâm Partisi başta olsaydı, onlara da aynı şeyleri söyleyecekti. 

Bedîuzzamân Hazretlerinin hîç bir siyâsî partiyle ilgisi yoktur ve hîç bir siyâsî partiyi desteklememiştir. Zîrâ, ecnebî diyârından getirilen bugünkü particilik sistemiyle dîne hizmet etmek câiz değildir, harâmdır ve bu yolla muvaffakıyyet elde etmek de mümkün değildir. Çünkü: 

1. Avrupa’dan getirildiği için müsbet değil; menfîdir. Menfî olduğu için milleti tefrîkaya sevk eder. Avrupa, Álem-i İslâm’ı parçalayıp yutmak için siyâset denilen bu frenk illetini içimize atmıştır. 

2. Kur’ân’a ve Sünnete göre eşhásın kendilerini aday göstermeleri câiz değildir. Çünkü, gurûra, tezkiye-i nefse ve tefrîkaya medârdır. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 

 فَلاَ تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ Kendinizi beğenip, temize çıkarmayın.[26]

Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Elláh’a yemîn ederim ki; biz, bu vazífeyi isteyene vermeyiz.[27] 

3. Nâ-ehiller işe karıştığı için, kendi istek ve arzûlarına göre dîni siyâsete âlet ederler. Ehil olmayanların şer‘í bir idârenin başına geçmesi ise câiz değildir. 

4. İslâmiyyete göre, şer‘í ahkâmı tatbîk edecek devlet idârecisinin seçiminde, ulemâ ve rüesâ-i nasdan mürekkeb bir cemâatin re’yi geçerlidir. Bu eşhásın dışındakilerin re’yleri geçerli olmadığı hâlde, şimdiki beşerî seçim sisteminde herkesin re’yine mürâcaat edildiğinden, İslâma uygun değildir.

5. Particilik sistemi, ecnebîlerden geldiği ve onların usûlünde olduğu için, bir nev‘í onları kabûllenme hükmüne geçer. Çünkü, ecnebîlerin kabûl ettikleri şerâit altında ancak parti kurulabilir. Demek, siyâset áleminin ipleri şu an için ecnebîlerin elinde olduğundan, bugünkü siyâsetle dîne hizmet edilmez. 

6. Particilik menfî olduğu için;

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Mü’minler kardeştir{cke_protected_1}[28] âyetinin emir buyurduğu uhuvvet-i İslâmiyyeyi bozduğundan ve tefrîkaya sebebiyyet verdiğinden harâmdır. 

7. Kur’ân’ın nassıyla, insânlar iki fırkadır: Ya ehl-i îmân ve Kur’ân’dır. Veyâ ehl-i küfür ve dalâlettir. Üçüncü bir fırka yoktur. 

Metinde geçen “terbiye-i İslâmiyyenin zedelenmesi” ile alâkalı olarak Bedîuzzamân (ra)’ın şöyle bir beyânâtı vardır: 

“ ‘KENDİ KENDİME HASBİHÂL’ NÂMINDAKİ PARÇAYA LÂHİKA OLARAK ADLİYE VEKÎLİYLE VE RİSÂLE-İ NÛR’LA ALÂKADÂR MAHKEMELERİN HÂKİMLERİYLE BİR HASBİHÂL. 

Efendiler! Siz, ne için sebebsiz bizimle ve Risâle-i Nûr’la uğraşıyorsunuz! Kat‘ıyyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risâle-i Nûr, sizinle değil mübâreze, belki sizi düşünmek dahi vazífemizin háricindedir. Çünkü, Risâle-i Nûr ve hakíkí şâkirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gáyet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmağa çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zamân kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhâl olarak o saádet ve selâmet hizmeti bir mübâreze olsa da, kabirde toprak olmağa yüz tutanları alâkadâr etmemek gerektir. 

Evet, hürriyyetçilerin ahlâk-ı ictimâıyyede ve dînde ve seciye-i milliyyede bir derece lâübâlilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dînce, ahlâkça, nâmûsça şimdiki vaz‘ıyyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaz‘ıyyet elli sene sonra bu dîndâr, nâmûskâr, kahramân seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i dîniyye ve ahlâk-ı ictimâıyye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz!.. 

Bin seneden beri bu fedâkâr millet, bütün rûh u cânıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsâlsiz kahramânlık gösterdikleri hâlde, elli sene sonra o parlak mâzísini dehşetli lekedâr edecek belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risâle-i Nûr gibi bir hakíkatı verip, o dehşetli sukúttan kurtarmak en büyük bir vazífe-i milliyye ve vataniyye bildiğimizden; bu zamânın insânlarını değil, o zamânın insânlarını düşünüyoruz. 

Evet, efendiler! Gerçi Risâle-i Nûr sırf âhirete bakar; gáyesi rızá-yı İlâhî ve îmânı kurtarmak ve şâkirdleri ise, kendilerini ve vatandaşlarını i‘dâm-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat, dünyâya áid ikinci derecede gáyet ehemmiyyetli bir hizmeti de, bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bî-çâreler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü, bir Müslümân başkasına benzemez. Dîni terk edip İslâmiyyet seciyesinden çıkan bir müslim; dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idâre edilmez. 

Evet, eski terbiye-i İslâmiyyeyi alan yüzde ellisi meydânda varken, an‘anât-ı milliyye ve İslâmiyyeye karşı yüzde elli lâ-kaydlık gösterildiği hâlde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmâreye tâbi‘ olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek kuvvetli ihtimâlin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çâre taharrîsi, yirmi sene evvel beni siyâsetten ve bu asırdaki insânlarla uğraşmaktan kat‘ıyyen men‘ ettiği gibi; Risâle-i Nûr’u, hem şâkirdlerini, bu zamâna karşı alâkalarını kesmiş; hîç onlarla ne mübâreze, ne meşgúliyyet yok. 

Mâdem hakíkat budur, adliyeler, değil beni ve onları ittihâm etmek; belki Risâle-i Nûr’u ve şâkirdlerini himâye etmek en birinci vazífeleridir. Çünkü, onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukúkunu muhâfaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakíkí düşmânları Risâle-i Nûr’a hücûm edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adâletsizliğe sevk ediyorlar.[29]{cke_protected_2}  

Demek, Bedîuzzamân Hazretlerinin bu beyânâtı da gösteriyor ki, gelecekte ifsâdât daha ziyâde olacaktır. Bedîuzzamân (ra) bunu haber vermiş ve haber verdiği gibi çıkmıştır. Bu durumda ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında hâkim olması husúsu halkın irâdesine bırakılsa, hîç bir zamân şer‘í ahkâm hâkim olamayacaktır. Öyle ise, Bedîuzzamân (ra), Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: “Elláh’ın sana verdiği bu fırsatı değerlendir. Yeni bir seçime girmeden, halkın re’yine mürâcaat etmeden, hemen ahkâm-ı Kur’âniyyeyi hâkim kıl. Kur’ân’ın ádilâne kánûnlarının icrâsını ve İslâmiyyetin güzelliğini gören halk, zamânla terbiye-i İslâmiyyeyi elde edecektir. 

(Şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.) Ya‘nî, İttihad-ı İslâm Partisinin o günkü şartlarda dîni siyâsete âlet etmeden dîne hizmet edemeyeceğini bilen Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, o zamân tek başıyla iktidârda bulunan Demokrat Parti mensûblarına, husúsan Adnan Menderes’e diyor ki: “Siz ihsân-ı İlâhî ile iktidâra geldiniz. Eğer siz, Kur’ân’a hizmet etseniz, bu ni‘metin şükrünü edâ etmiş olursunuz. Eğer Elláh’ın emrettiği tarzda o ni‘meti kullanmazsanız, nankörlük etmiş olursunuz ve o ni‘met, sizin hakkınızda nıkmet ve belâ olur. 

Evet, her ni‘met Elláh’dan gelir ve şükür ister. Nasıl ki bir zengin, Elláh’ın kendisine ihsân ettiği malı Elláh yolunda harcasa, zekâtını verse, o mal onun için bir ni‘met olur. Elláh yolunda harcanmadığı zamân hakkında belâ olur. Aynen öyle de, Bedîuzzamân Hazretleri, Demokratlara diyor ki: “Sizler, Elláh’ın bir lütfu olarak iktidâra geldiniz. Bu ihsân-ı İlâhî’ye şükür olarak yeniden seçime gerek kalmadan, dîni siyâsete âlet etmeden, diğer üç partiye de meydân vermeden, doğrudan doğruya hemen ahkâm-ı İlâhiyyeyi devlet idâresinde ve mahkemelerde hâkim kılınız. 

Metinde geçen “şimdilik” ta‘bîri ile o zamânki seçim sistemi nazara verilip, o zamânda İttihâd-ı İslâm Partisinin dîni siyâsete âlet etmeden başa geçemeyeceği ifâde ediliyor. 

Şu husús bir gerçektir ki; Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri Demokratlara yazdığı mektûblarında, aslâ onları medhetmemiştir. İktidârda oldukları için güçlü olmaları sebebiyle sâdece Kur’ân nâmına onlara teblîğâtta bulunmuştur. Çünkü, iktidârda olmaları hasebiyle mes’ûliyyet o ânda onlardadır. Diğer partiler iktidârda olmadıkları için mes’ûl olmadıklarından, o zamân onlara teblîğde bulunmamıştır. Bununla berâber Bedîuzzamân Hazretleri, Halk Partisi iktidârda bulunduğu devrelerde, Kur’ân nâmına aynı teblîği onlara da yapmıştır. Nitekim, CHP Genel Sekreteri Hilmi Bey‘e yazdığı mektûbu yukarıda naklettik. Bedîuzzamân Hazretleri Demokratlara diyor ki: “Hakáik-ı İslâmiyyeyi hayâtın her safhasında hâkim kılma vazífesini yerine getirmezseniz, mes’ûliyyeti siz çekersiniz, o zamân Elláh’ın ve kulların hakkı sizden sorulur.           

METİN 

Halk Partisi ise: Hakíkaten acîb ve zevkli bir rüşvet-i umûmîyi kánûnlar perdesinde ba‘zı me’mûrlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyâtıyla başkaların cinâyâtı ve İttihâdcıların ve mason kısmının seyyiâtları da o partiye yükletildiği hâlde, Demokratlara bir cihette gálib hükmündedirler. Çünkü, ubûdiyyetin noksániyyetiyle enâniyyet kuvvet bulur, nemrûdçuluklar çoğalır. 

Bu benlik zamânında, -me’mûriyyet hakíkatta bir hizmetkârlık olduğu hâlde- bir hâkimiyyet, bir ağalık, bir nemrûdçuluk ile nefse gáyet zevkli bir hâkimiyyet mertebesini bir kısım me’mûrlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acîb cinâyetlerle ve kendinden olmayan cerîdelerin neşriyâtıyla berâber bana yapılan muámelelerinden hissettim ki; bir cihette ma‘nen Demokratlara gálib geliyorlar.

 ŞERH VE ÎZÁHI                                                                                      

 (Halk Partisi ise: Hakíkaten acîb ve zevkli bir rüşvet-i umûmîyi) bir hâkimiyyet, bir ağalık, bir idârecilik ve bunlardan gelen bir istibdâdı (kánûnlar) ahkâm-ı İlâhiyyeye dayanmayan ve tamâmen zulme müsâid olan beşerî kánûnlar (perdesinde ba‘zı me’mûrlara verdikleri için,) ya‘nî Halk Partisi mensûbları, ahkâm-ı İlâhiyyeye muhálif öyle kánûnlar yapıyorlar ki; o kánûnlar adâleti değil, istibdâdı ve zulmü netîce veriyor. O idâreciler ve ağalar, o kánûnlara dayanıp halka zulmediyorlar ve Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle, o zulümle kendilerini bir nev‘í Nemrûd ve Fir‘avn tasavvur ediyorlar. İşte Halk Partisi, Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle, ahkâm-ı İlâhiyyeye dayanmayan kánûnlar perdesi altında böyle bir rüşvet-i umûmiyyeyi me’mûrlara verdiği için, iktidâra geldiği günden o güne kadarki (yirmi sekiz senelik bütün cinâyâtıyla), gerek o partinin kánûnlar perdesi altında yapmış olduğu hadsiz zulüm, hakáret ve istibdâdıyla, gerekse Halk Partisinden olmayan (başkaların) yaptıkları (cinâyâtı) cinâyetler de onlara yüklenir. Çünkü, Halk Partisi o gün iktidârda bulunması hasebiyle elinde yetki olduğu hâlde o cinâyetlere engel olmadığı (ve İttihâdcıların ve mason kısmının seyyiâtları da o partiye) Halk Partisine (yükletildiği hâlde, Demokratlara bir cihette gálib hükmündedirler. Çünkü, ubûdiyyetin noksániyyetiyle enâniyyet kuvvet bulur, nemrûdçuluklar çoğalır.) 

Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle, Halk Partisi mensûbları, ahkâm-ı İlâhiyyeye istinâd etmeyip beşerî kánûnlara dayandıkları için, enâniyyetleri kuvvet buluyor ve onlar bir nev‘í Nemrûd ve Fir‘avn oluyorlar. Nasıl ki, Nemrûd ve Fir‘avn, ahkâm-ı İlâhiyyeye dayanmadıkları için adâleti te’mîn edememişler, kuvve-i gazabiyyelerinin mahsúlü olan kánûnlarla halka zulmetmişlerdi. Aynen bunun gibi, Bedîuzzamân (ra) diyor ki: “Halk Partisi, beşerî kánûnlar perdesi altında me’mûrlarını bir nev‘í nemrûdlaştırmış ve bu hâl onları zulüm ve istibdâda sevk etmiştir. Çünkü, adâlet, ancak ahkâm-ı İlâhiyye ile te’mîn edilebilir. Beşerî kánûnlar, adâleti te’mîn etmekten fersah fersah uzaktır. 

Gelecek âyet-i kerîme, hüküm verme yetkisinin yalnız Elláh’a áid olduğunu şöyle bildiriyor:

اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

Resûlüm! Onlar senin hükmünden i‘râz ederler de zamân-ı câhiliyye hükmünü mü (beşerî kánûnları mı) isterler? Elláh’ın vahdâniyyetini bilen kavim için hüküm cihetinde Elláh’dan daha güzel kim olabilir?[30] 

(Bu benlik zamânında,) ahkâm-ı İlâhiyyenin kaldırılıp yerine beşerî kánûnların te’sîs edildiği bir zamânda (me’mûriyyet, hakíkatta) Kitâb ve Sünnete göre, dîn-i İslâma ve bu dîn etrâfında toplanan Müslümânlara (bir hizmetkârlık olduğu hâlde; bir hâkimiyyet, bir ağalık, bir nemrûdçuluk ile nefse gáyet zevkli bir hâkimiyyet mertebesini) Halk Partisi, (bir kısım me’mûrlara rüşvet olarak verdiği) ve bunu bi’l-fiil yerleştirdiği (için, bütün o acîb cinâyetlerle ve kendinden olmayan) Halk Partisine muhálif olan (cerîdelerin neşriyâtıyla) o gazetelerin Halk Partisi aleyhinde çalışmalarıyla (berâber bana yapılan muámelelerinden), onları hakka da‘vet ettiğim hâlde, hakkı kabûl etmeyip beni sürgün etmelerinden ve hapse atmalarından (hissettim ki;) bunların yaptıkları nemrûdçuluktur ve bundan dolayı (bir cihette ma‘nen Demokratlara gálib geliyorlar.) Çünkü, Nemrûd ve Fir‘avn gibi ahkâm-ı İlâhiyyeyi kabûl etmeyip, beşerî kánûnlara istinâd ettiklerinden; enâniyyetten gelen bir kuvvetle Demokratlara ma‘nen galebe çalıyorlar. Halk Partisi, bu kánûnlar perdesi altında yapılan istibdâdla ayakta duruyor. Ne vakit nemrûdçuluk kırılsa, o vakit Halk Partisi dağılmaya mahkûm olur. Bedîuzzamân (ra) Demokratlara diyor ki: 

Her ne kadar sizler iktidârda olsanız bile, Halk Partisinin ihdâs ettiği kánûnları aynen tatbîk ve icrâ etmekle onların yolunu ta‘kíb ediyorsunuz, onlar gibi oluyorsunuz ve ma‘nen onlara destek veriyorsunuz. Bu durumda onlar da size ma‘nen galebe çalışıyorlar. O hâlde, Halk Partisi, kánûnlar perdesi altında câzibedâr ve zevkli olan hâkimiyyet, ağalık, idârecilik ve bunlardan doğan bir istibdâdı rüşvet-i umûmiyye olarak me’mûrlarına vermesine ve bununla onları nemrûdcuklar hâline getirmesine bedel; sizler, ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılın. Hem kendiniz o ahkâmı tatbîk ve icrâ etmekle nemrûdçuluktan kurtulun ve benliğinizi bir tarafa bırakıp Elláh’a kulluğunuzu i‘lân edin. Böylece zulümden ve istibdâddan kurtulun. Hem de raıyyetinizi ahkâm-ı İlâhiyyeye itáat ettirmekle onları kula kul olmaktan kurtarıp, bir tek Elláh’a kul olmaya da‘vet edin. Ancak bu şekilde Halk Partisine galebe ebedilirsiniz. Onların kánûnlarını tatbîk etmekle onlara galebe çalmanız mümkün değildir. Ancak ahkâm-ı Kur’âniyyeyi tatbîk etmekle onlara galebe edebilirsiniz. 

Demokratlar ise bu noktada Bedîuzzamân (ra)’ı dinlemediler, ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk etmediler, Halk Partisi gibi enâniyyetlerinden tecerrüd etmeyip beşerî kánûnları tatbîk ve icrâ etmek súretiyle aynı nemrûdçuluğu devâm ettirdiler. 

Evet, Halk Partisi, kánûnlar perdesi altında ba‘zı me’mûrlara hâkimiyyet vermekle onları kendisine tarafdâr etmiş ve o me’mûrlar, o kánûnlar perdesi altında kendilerini bir nev‘í Nemrûd ve Fir‘avn tasavvur etmekle halka zulüm ve hakáret etmişlerdir. Halk Partisi, yirmi sekiz sene, ya‘nî partinin iktidâra geldiği ilk günlerden i‘tibâren millete zulmetmiş; insânları memleketlerinden sürgün etmiş; Müslümânların bir kısmını i‘dâm etmiş; câmileri kapatmış; tekye ve medreseleri ilgá etmiş; halkı ağır vergilere bağlamış ve halkın malına el koymuştur. Bunlar gibi yirmi sekiz senelik cinâyetleriyle berâber başkalarının cinâyetlerine, husúsan İttihâdçıların ve masonların seyyiâtlarına da ortak olmuşlardır. Çünkü, onlar, iktidârda bulunmaları sebebiyle başkalarının cinâyetlerine ve seyyiâtlarına engel olmaları lâzım gelirken engel olmamışlardır. Böylece hem kendilerinin, hem de başkalarının cinâyât ve seyyiâtlarını da yüklenmişlerdir. Hem Bedîuzzamân (ra), onları hakka da‘vet ettiği hâlde, onlar hakkı kabûl etmekten i‘râz edip Bedîuzzamân’ı sürgün etmişler ve hapse atmışlardır. Halk Partisi, bu kadar hadsiz zulüm, istibdâd, cinâyât ve seyyiâtı irtıkáb edip hakkı kabûl etmekten i‘râz ettiği hâlde, yine Demokratlara ma‘nen gálib hükmündedirler. Bunun sebebi; İlâhî kánûnlara değil; belki kendi benliklerinden doğan beşerî kánûnlara istinâd etmeleri sebebiyle kendilerinde bir kuvvet bulup şahsıyyetlerini bir nev‘í Nemrûd ve Fir‘avn tasavvur ederek halka zulmetmeleri ve istibdâd uygulamalarıdır. Demokratlar ise aynen o kánûnları tasvîb ve Halk Partisinin yaptığı icrâatları da desteklediler. Dolayısıyla, Bedîuzzamân Hazretlerinin tavsiyesi olan hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmadıklarından; Kur’ân’a değil, benliklerine dayandıklarından, aynen onlar gibi oldular. 

Hulâsa: Bedîuzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle, beşerî kánûnlar, Kur’ân’a dayanmadığı, belki beşerin kuvve-i gazabiyyesinin mahsúlü olduğu için; Nemrûd’ları ve Fir‘avn’ları yetiştiriyor. O kánûnlar, ne zamân vahy-i semâvîye, ya‘nî Kur’ân’a ve sünnete dayansa o zamân adâlet te’mîn edilmiş olur; yoksa bir istibdâd, bir zulm-i azím vücûd bulur. Bu husústa “Ene Risâlesi”ne mürâcaat edilsin. 

Demek, Bedîuzzamân (ra)’ın açık ifâdesiyle, ahkâm-ı İlâhiyyeye tarafdâr olup tatbîk ve icrâ etmeyenler, nemrûdcuklar hükmüne geçiyorlar. 

Bedîuzzamân (ra) me’mûrluğun hakíkí ma‘nâsını ise şöyle îzáh ediyor: 

METİN 

Hâlbuki, İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsi olan hadîs-i şerîfte

سَيّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ; ya‘nî me’mûriyyet, emirlik ise reîslik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyyet-i vicdân, İslâmiyyetin bu kánûn-i esâsîsine dayanabilir. 

ŞERH VE ÎZÁHI                                                                                      

 (Hâlbuki, İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsi olan hadîs-i şerîfte

سَيّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ; ya‘nî me’mûriyyet, emirlik ise reîslik değil; millete bir hizmetkârlıktır.) 

Bu cümlede geçen “millet” ta‘bîrinden murâd; Hakíkat-ı İslâmiyye ve Şerîat-ı Garrâ-yı Muhammediyye (asm) etrâfında toplanan Müslümânlar demektir. Çünkü, Kur’ân’a göre “dîn” ile “millet” kelimeleri, müttehid-i bi’z-zâttır; muhtelif-i bi’l-i‘tibârdır. Ya‘nî, hakíkí ma‘nâları birdir; fakat aralarında i‘tibârî ba‘zı farklılıklar mevcûddur. Bedîuzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyurmaktadır: 

Biz Müslümânlar indimizde ve yanımızda dîn ve milliyyet bi’z-zât müttehiddir. İtibârî, záhirî, árızî bir ayrılık var. Belki dîn, milliyyetin hayâtı ve rûhudur. İkisine biribirinden ayrı ve farklı bakıldığı zamân; hamiyyet-i dîniyye, avâm ve havâssa şâmil oluyor.[31] 

Dîn”, İlâhî kánûnlar manzúmesidir. “Millet” ise, o İlâhî kánûnlar etrâfında toplanan Müslümânlara denir. Bu noktada ba‘zan millet, dîn ma‘nâsında da kullanılmaktadır. Meselâ: Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 

 فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا O hâlde her bâtıl dînden hak dîn olan İslâm’a yönelen İbrâhîm (as)’ın milletine, ya‘nî dînine tâbi‘ olun.[32]{cke_protected_3}

Bu âyet-i kerîmenin sarâhatince “millet” ile “dîn” kelimeleri eş ma‘nâlıdır. Nitekim, Bedîuzzamân (ra), “Milletimiz de yalnız İslâmiyyetdir[33] buyurmakla bu husúsu îzáh etmişlerdir. 

O hâlde, Bedîuzzamân (ra)’ın, “Me’mûriyyet, emirlik ise, reîslik değil; millete bir hizmetkârlıktır” ifâdesinden murâd; -hâşâ!- bugünkü kánûnlarla halka hizmet etmek değildir. Belki, dîn-i mübîn-i İslâm’a ve o dîn etrâfında bir araya gelen Müslümânlara hizmettir. 

 (Demokratlık, hürriyyet-i vicdân, İslâmiyyetin bu kánûn-i esâsîsine dayanabilir.) 

Risâle-i Nûr’u, yine Risâle-i Nûr’la îzáh etmek lâzımdır” düstûruna binâen, “hürriyyet” kelimesinin îzáhını Bedîuzzamân (ra)’den dinleyelim: 

Hürriyyet budur ki: Kánûn-i adâlet ve te’dîbden başka, (adâleti te’sîs eden kánûn-i İlâhî ve hudûd ve ukúbât-ı Kur’âniyyeden başka) hîç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukúku mahfûz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında şâhâne serbest olsun.

لاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ (‘Biribirimizi rab tutmayalım, hepimiz Elláh’ı Rab tutalım’ Âl-i Imrân, 64) nehyinin sırrına mazhar olsun.[34] 

Asya kıt‘asının ve istikbâlinin keşşâfı ve miftâhı, şûrâdır. Ya‘nî, nasıl ferdler biribiriyle meşveret eder; táifeler, kıt‘alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdâdların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer‘ıyye ile şehâmet ve şefkat-i îmâniyyeden tevellüd eden hürriyyet-i şer‘ıyyedir ki; o hürriyyet-i şer‘ıyye, âdâb-ı şer‘ıyye ile süslenip garb medeniyyet-i sefîhânesindeki seyyiâtı atmaktır. Îmândan gelen hürriyyet-i şer‘ıyye, iki esâsı emreder: 

اَنْ لاَ يُذَلّلَ وَلاَيَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا للهِ لاَ يَكُونُ

عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَيَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ

نَعَمْ: اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمنِ

Ya‘nî: Îmân bunu iktizá ediyor ki; tahakküm ve istibdâd ile başkasını tezlîl etmemek ve zillete düşürmemek ve zálimlere tezellül etmemek… Elláh’a hakíkí abd olan, başkalara abd olamaz. Biribirinizi -Elláh’dan başka- kendinize Rab yapmayınız. Ya‘nî, Elláh’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rubûbiyyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyyet-i şer‘ıyye; Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân, Rahîm tecellîsiyle bir ihsânıdır ve îmânın bir hâssasıdır.[35]

 

Ba‘zıları, ‘Sünnet-i Nebeviyyeyi hedef-i maksad eden İttihâd-ı İslâm, hürriyyeti tahdîd eder ve levâzım-ı medeniyyeye münâfîdir’ diyorlar. Elcevâb: Asıl, mü’min, hakkıyla hürdür. Sáni‘-ı Álem'e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar îmâna kuvvet verilse, hürriyyet de o kadar kuvvet bulur. Ammâ, hürriyyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvânlıktır. Tahdîd-i hürriyyet dahi insâniyyet nokta-i nazarından zarûrîdir. Sâlisen: Ba‘zı sefîh ve lâübâlîler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmârenin esâret-i rezîlesi altına girmek istiyorlar. 

Elhâsıl: Şerîat dâiresinden háric olan hürriyyet, ya istibdâd veyâ esâret-i nefis veyâ canavarcasına hayvânlık veyâ vahşettir. Böyle lâübâlîler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dînsizlik ve sefâhetle sáhib-i vicdân hîç bir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zîrâ, mesleksiz ve sefîh sevilmez. Ve bir kadına yakışır -istihsân ettiği- libâsı erkek giyse, maskara olur.{cke_protected_4}[36] 

İnsânlar hür oldular, ammâ yine abdulláhtırlar. Her şey hür oldu, şerîat da hürdür, Meşrûtiyyet de. Mesâil-i şerîatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusúru, insânın kusúruna sened ve özür olamaz.{cke_protected_5}[37] 

Hürriyyeti, âdâb-ı şerîatla takyîd ediniz. Zîrâ, câhil efrâd ve avâm-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefîh ve itáatsız olur.{cke_protected_6}[38] 

Şerîat-ı garrâ, Kelâm-ı Ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmârenin istibdâd-ı rezîlesinden selâmetimiz, İslâmiyyete istinâd iledir. O Hablü’l-Metîne temessük iledir. Ve haklı hürriyyetten hakkıyla istifâde etmek, îmândan istimdâd iledir. Zîrâ, Sáni-ı Álem’e hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubûdiyyete tenezzül etmemesi gerektir.{cke_protected_7}[39] 

Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyyeti sû-i tefsîr etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esâreti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (Hâşiye) Zîrâ, hürriyyet, mürâat-ı ahkâm ve âdâb-ı şerîat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nemâ bulur. Sadr-ı evvelin, ya‘nî sahâbe-i kirâmın o zamânda álemde vahşet ve cebr-i istibdâd hüküm-fermâ olduğu hâlde, hürriyyet ve adâlet ve müsâvâtları bu müddeáya bir bürhân-ı bâhirdir. Yoksa, hürriyyeti sefâhet ve lezâiz-i nâ-meşrûa ve isrâfât ve tecâvüzât ve hevâ-i nefse ittibâ‘da serbestiyyet ile tefsîr u amel etmek; bir pâdişâhın esâretinden çıkmakla ve alçakların istibdâdı ve esâret-i rezîlesinin altına girmekle berâber milletin çocukluk isti‘dâdını ve sefîh olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esârete lâyık ve hürriyyete adem-i liyâkatını gösterir. Zîrâ, sefîh mahcûrdur. Geniş ve müşa‘şa‘ olan yeni hürriyyet-i şer‘ıyyeye adem-i liyâkat, -Zîrâ, çocuğa geniş olmaz- şanlı olan ittihâd-ı millîyi, bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fenâ bir hastalığa hedef edecektir. Zîrâ, ehl-i takvâ ve vicdânın tefsîri böyle değil. Mezhebi de muhálif olacaktır. Biz Millet-i Osmâniyye, erkeğiz. 

 (Hâşiye): Evet, daha dehşetli bir istibdâd ile, pek acı ve zehirli bir esâreti bize içirdiler.{cke_protected_8}[40] 

Suâl: Hürriyyeti bize çok fenâ tefsîr etmişler. Hattâ, ádetâ hürriyyette insân her ne sefâhet ve rezâlet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez diye bize anlatmışlar. Acabâ böyle midir? 

Cevâb: Öyleler, hürriyyeti değil, belki sefâhet ve rezâletlerini i‘lân ediyorlar ve çocuk bahânesi gibi hezeyân ediyorlar. Zîrâ, nâzenin hürriyyet, âdâb-ı şerîatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefâhet ve rezâletteki hürriyyet, hürriyyet değildir. Belki hayvânlıktır, Şeytán’ın istibdâdıdır, nefs-i emmâreye esîr olmaktır. Hürriyyet-i umûmî, efrâdın zerrât-ı hürriyyâtının muhâssalıdır. Hürriyyetin şe’ni odur ki: Ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.{cke_protected_9}[41] 

Demek, Bedîuzzamân (ra)’ın yukarıdaki beyânâtından anlaşılıyor ki, Demokratlara yazılan mektûblarda geçen “demokratlık” ve “hürriyyet-i vicdân” ta‘bîrlerinden murâd; kánûn cihetiyle beşerin beşere köle olmamasıdır. Ne bir ferd olan pâdişâha, ne de bir cemâat olan meclis-i meb‘úsâna köle olmadan irâde-i hayriyyesinden gelen bir ubûdiyyetle ahkâm-ı İlâhiyyeye bağlanarak, yalnız Elláh’a kul ve köle olup ubûdiyyet vaz‘ıyyetini takınmak ve nemrûdçulukların istibdâdından kurtulmaktır. Yoksa, halîfeliğin istibdâdından kurtulup, hâşâ meclis-i meb‘úsânın istibdâdına dönmek değildir. Belki, adâlet-i Kur’âniyyeye dayanmak demektir. 

Bedîuzzamân (ra), Demokrat Parti mensûblarına özetle diyor ki: 

 “Sizler, ‘hürriyyet-i vicdân’ esâsını,

سَيّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ; ya‘nî; me’mûriyyet, emirlik ise, reîslik değil; millete bir hizmetkârlıktır’ kánûn-i esâsisine dayandırın! Ya‘nî, hâkimiyyeti, kayıtsız-şartsız Elláh’a verin; ahkâm-ı İlâhiyyenin hádimi olun; dîn-i İslâma ve o dîn etrâfında toplanan Müslümânlara hizmetkârlık edin, beşerî kánûnlara dayanarak kánûnlar perdesi altında nemrûdçuluk yapmayın! Elláh’a karşı hür, biribirinize karşı köle vaz‘ıyyeti takınmayın. Belki, hep berâber bir tek Elláh’a kul, biribirinize karşı hür olun. 

İşte, hakíkí hürriyyet budur! 

METİN 

Çünkü, kuvvet kánûnda olmazsa şahsa geçer. İstibdâd, mutlak keyfî olur. 

Millet Partisi ise: Eğer İttihâd-ı İslâm’daki esâs olan İslâmiyyet milliyyeti -ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa- o Demokratın ma‘nâsındadır. Dîndâr Demokratlara iltihâk etmeye mecbûr olur. Frenk illeti ta‘bîr ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, Álem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat, bu hastalık ve fikir, gáyet zevkli ve câzibedâr bir hâlet-i rûhiyye verdiği için; pek çok zararları ve tehlikeleriyle berâber, zevk hátırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyâk gösteriyorlar. 

ŞERH VE ÎZÁHI                                                                                      

(Çünkü, kuvvet, kánûnda olmazsa şahsa geçer. İstibdâd, mutlak keyfî olur.) 

Bu cümlede geçen “kánûn” ta‘bîrinden murâd; Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle, ahkâm-ı İlâhiyyedir. Bu ma‘nâda eğer kuvvet İlâhî kánûnlara dayanmazsa, o zamân istibdâd olur. Halk bu durumda ya şahsın veyâ cemâatin istibdâdı altına girer. Bu da, Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle, nemrûdçuluktur. Hâlbuki, “Âmir, Hâkim, Ádil” gibi esmâ-i hüsnâda Elláh’ın şerîki yoktur ve olamaz. Ancak ma‘nâ-yı harfîyle “âmir, hâkim, ádil” nâmları alınabilir. Ya‘nî, idâreci, “Elláh’ın hükmü budur” diye hüküm verebilir. Yoksa, “Benin hükmüm budur” diyemez. 

Metinde geçen “kánûn” ta‘bîrinden murâd zikrettiğimiz ma‘nâ olduğuna delîl; bütün İslâm ulemâsının dîn-i hak hakkındaki ta‘rîfleridir: “Din, akıl sáhiblerini kendi irâdeleriyle bi’z-zât hayr olan şeylere sevk eden İlâhî kánûnlar manzúmesidir.” Demek, dînin kendisi kánûndur. “Kur’ân, insâna bir kitâb-ı şerîattır” diyen, Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleridir. 

Bedîuzzamân (ra), Demokratlara özetle diyor ki: “Halk Partisinin beşerî kánûnlara dayanıp me’mûrlarını birer Nemrûd ve Fir‘avn yapmasına bedel; siz, hakáik-ı İslâmiyyeye dayanın. Hayâtın her sâhasında husúsan ilmî, amelî ve edebî sahalarda ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılın. Bununla, ‘Ma’bûd-i bilhakk’a ‘abd’ olduğunuzu gösterin. 

(Millet Partisi ise: Eğer İttihâd-ı İslâm’daki esâs olan İslâmiyyet milliyyeti -ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa- o Demokratın) hürriyyet-i şer‘ıyye (ma‘nâsındadır. Dîndâr Demokratlara iltihâk etmeye mecbûr olur.) Millet Partisi; eğer menfî milliyyetçiliği terk etse, ya‘nî Türkçülüğü bıraksa ve müsbet milliyyet olan İslâmiyyet milliyyetini gáye-i maksad yapsa; bu zâten demokratlık ma‘nâsındadır. Ya‘nî, bir tek Elláh’a abd olup, diğer insânlara karşı ise hür olmak ma‘nâsındadır. Türk Milleti de o İslâmiyyet milliyyeti içinde dâhıldir. Onlar da Elláh’a abddirler ve İslâmiyyet milliyyetine temessük etmekle başkalarının köleliğinden kurtulurlar. (Frenk illeti ta‘bîr ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, Álem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat, bu hastalık ve fikir, gáyet zevkli ve câzibedâr bir hâlet-i rûhiyye verdiği için; pek çok zararları ve tehlikeleriyle berâber, zevk hátırı için her millet) akvâm-ı İslâmiyye (cüz’î-küllî bu fikre iştiyâk gösteriyorlar.) Burada Bedîuzzamân (ra)’ın “kavim” yerine “millet” ta‘bîrini kullanması bir hakíkati iş‘ár içindir. Şöyle ki: 

Değişik ırklara mensûb olan Müslümânların, kendi milletlerini, ya‘nî müsbet milliyyet olan İslám milliyyetini ve dîn-i mübîn-i İslâm’ı müdâfaa etmeleri lâzım gelirken; zevk hátırı için ırkçılık nâmı altında başka bir cereyâna kapılıyorlar, menfî milliyyet olan ırkçılığı İslâmiyyet milliyyetine tercîh ediyorlar ve İslâmiyyet milliyyetini bırakıp kendi ırklarını müdâfaa ediyorlar. Böylece, müsbet milliyyetten menfî milliyyete geçiyorlar. Bu ise, İslâm milletini bırakıp küfür milletini müdâfaa etmek demektir. Çünkü, insânları küfre sevk eden ámillerden biri de ırkçılıktır. 

Hulâsa: Müsbet milliyyet, İslâmiyyet milliyyetidir; menfî milliyyet ise, küfür milliyyetidir. 

NOT: “Millet, dîn ve ümmet” ta‘bîrleri, “hak millet, hak dîn ve hak ümmet” şeklinde kullanıldığı gibi; “bâtıl millet, bâtıl dîn ve bâtıl ümmet” tarzında da kullanılmaktadır. Meselâ, gelecek âyet-i kerîmede “millet” ta‘bîri, “bâtıl millet” (bâtıl dîn) ma‘nâsında kullanılmıştır: 

اِنّى تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَهُمْ بِاْلاخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ

Ben, Elláh’a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavmin milletini (dînini) terk ettim.[42] 

Kâfirûn Sûresinde geçen “dîn” kelimesi ise, hem “hak dîn”; hem de “bâtıl dîn” ma‘nâsında kullanılmıştır: 

 لَكُمْ دينُكُمْ وَلِىَ دينِ Sizin dîniniz size; benim dînim bana! {cke_protected_10}[43] 

METİN

Şimdiki terbiye-i İslâmiyyenin za‘fiyyetiyle ve terbiye-i medeniyyenin galebesiyle ekseriyyet kazanarak başına geçerse; ekseriyyet teşkîl etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakíkí Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakíkí Türklerin, hem hâkimiyyet-i İslâmiyyenin aleyhine cebhe almaya mecbûr olacaklar. 

Çünkü, İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsi olan bu âyet-i kerîme;

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى ’dır. Ya‘nî, birisinin günâhıyla başkası muâhaze ve mes’ûl olmaz. Hâlbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinâyetiyle ma‘súm bir kardeşini, belki de akrabâsını, belki de aşîretinin efrâdını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakíkí adâlet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, “Bir ma‘súmun hakkı, yüz cânîye fedâ edilmez” diye İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsidir. Bu ise çok ehemmiyyetli bir mes’ele-i vataniyyedir ve hâkimiyyet-i İslâmiyyeye büyük bir tehlikedir.  

Mâdem hakíkat budur, ey dîndâr ve dîne hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gáyet kuvvetli ve zevkli ve câzibedâr nokta-i istinâdlarına mukábil, daha ziyâde maddî ve ma‘nevî câzibedâr nokta-i istinâd olan hakáik-ı İslâmiyyeyi nokta-i istinâd yapmaya mecbûrsunuz. 

ŞERH VE ÎZÁHI                                                                                      

 (Şimdiki terbiye-i İslâmiyyenin za‘fiyyetiyle) 28 sene iktidârda kalan Halk Partisi devresinde devletin ahkâm-ı İlâhiyyeden uzaklaşmasıyla (ve terbiye-i medeniyyenin) onların ta‘bîriyle bir medeniyyetin, ya‘nî záhirî ve súrî bir terbiye-i medeniyyetin (galebesiyle ekseriyyet kazanarak başına geçerse; ekseriyyet teşkîl etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakíkí Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakíkí Türklerin, hem hâkimiyyet-i İslâmiyyenin aleyhine cebhe almaya mecbûr olacaklar.) Çünkü, menfî milliyyetçiliği esâs tutan Millet Partisinin iktidâra gelmesi hâlinde devlet idâresinde Türkçülüğü hâkim kılacağından; yüzde yetmiş nisbetinde bulunan diğer ırklar devlete karşı cebhe alacaklar ve muárazaya girişeceklerdir. Bundan hem Türk milleti, hem de İslâmiyyet büyük zarar görecektir. Çünkü, devlet, Türkçülüğü esâs aldığı için ne kadar “Ben dîndârım” dese bile; diğer ırklar onun bu dîndârlığını kabûl etmezler. “Siz ırkçılık yapıyorsunuz” derler ve Millet Partisinin Türkçülük yapmasına mukábil diğer ırklar, o zamânki Türklere adâvet ettikleri gibi; Türklerin bin sene İslâmiyyete bayraktarlık eden necîb ecdâdına da adâvet beslerler. Hem de o ırklar, Türklerin ırkçılık nâmına yaptıkları menfî hareketlerini dış güçlerin tahrîkiyle İslâmiyyete mâl ederler ve İslâmiyyete karşı da adâvet beslerler. 

Bedîuzzamân (ra), Demokrat Partililere meâlen diyor ki: “Siz ictimâí hayâtın her safhasında İslâmiyyeti hâkim kılın. Bununla idâreyi, ırka dayanmaktan ve ırkçılığı işmâm eden bir ismi taşımaktan kurtarıp uhuvvet-i İslâmiyyeyi te’sîs etmiş olursunuz. Burası eskiden beri İslâm memleketidir. Bu millet, bin küsûr sene İslâmiyyete hizmet etmiş. Siz dahi ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmakla İslâmiyyete hizmetkâr olun. Yoksa, İslâmiyyetiniz de gider ve buna bağlı olarak şerefiniz de elden gider. 

Görüldüğü gibi, Bedîuzzamân (ra), Demokrat Parti mensûblarına şu tavsiyelerde bulunuyor: 

a) Millet Partisi, Türkçülüğü esâs alıyor. Siz, Türkçülüğe bedel İslâmiyyet milliyyetini esâs alın! 

b) Irkçılığı terk edin, devlete ırkçılığı işmâm etmeyen ve bütün Müslümânları kucaklayacak bir isim verin. 

Maalesef Demokratlar, Millet Partisi mensûblarından daha çok ırkçı oldular. 

(Çünkü, İslâmiyyet'in bir kánûn-i esâsîsi olan bu âyet-i kerîme;

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى dır. Ya‘nî, birisinin günâhıyla başkası muâhaze ve mes’ûl olmaz. Hâlbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinâyetiyle ma‘súm bir kardeşini, belki de akrabâsını, belki de aşîretinin efrâdını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakíkí adâlet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, ‘Bir ma‘súmun hakkı, yüz cânîye fedâ edilmez’ diye İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsidir. Bu ise çok ehemmiyyetli bir mes’ele-i vataniyyedir ve hâkimiyyet-i İslâmiyyeye büyük bir tehlikedir. 

Mâdem hakíkat budur, ey dîndâr ve dîne hürmetkar Demokratlar!) 

Bedîuzzamân (ra)’ın bu ifâdeleri, teşvîk ve taltíf içindir. Bir insâna, iyisin iyisin desen iyileşmesi kábilindendir. Eskiden beri ulemâ-i İslâm’ın idâreciler hakkında ta‘kíb ettiği bir irşâd metodudur. Ya‘nî, “Çalışın, ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın her safhasında hâkim kılın, bu iltifâta lâyık olun” demektir. Demokrat Parti mensûbları ise, Bedîuzzamân (ra)’ın tavsiyelerini yerine getirmediklerinden, bu iltifâta liyâkatlarını kaybettiler. 

 (Siz, bu iki Partinin gáyet kuvvetli ve zevkli ve câzibedâr nokta-i istinâdlarına mukábil, daha ziyâde maddî ve ma‘nevî câzibedâr nokta-i istinâd olan hakáik-ı İslâmiyyeyi nokta-i istinâd yapmaya mecbûrsunuz.) 

Bedîuzzamân (ra) Demokratlara diyor ki: “Halk Partisi, kánûnlar perdesi altında me’mûrlarına birer makám vererek ádetâ onları Nemrûd gibi istibdâda sevk etti. Millet Partisi ise, iktidâra geldiği takdîrde ırka dayanır ve Türkçülüğü esâs yapmak súretiyle diğer ırkların nefretini celb eder. Sizler, bu iki partinin bâtıl olan nokta-i istinâdlarına bedel; hak olan hakáik-ı İslâmiyyeye dayanın, hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılın, uhuvvet-i İslâmiyyeyi te’sîs edin. Yoksa, onlar gibi yaparsanız, ya‘nî ırk nâmına beşerî kánûnları hâkim kılarsanız; hem devlet, hem millet, hem de siz zarar edersiniz.           

İslâm hukúkuna göre, bu cümlede geçen “hakáik-ı İslâmiyye” ta‘bîrinden maksad; ictimâí hayâtın her safhasında, husúsan ilmî, amelî ve edebî sâhalarda idârecilerin ve raıyyetin icrâ ve tatbîk etmekle mükellef olduğu ahkâm-ı İlâhiyyedir. Ahkâm-ı İlâhiyyenin bir kısmı farz-ı ayndır; bununla her Müslümân mükelleftir. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir; bununla da ümmet mükelleftir. Kısaca, “hakáik-ı İslâmiyye”, bütün evâmir ve nevâhî-yi İlâhiyyedir. Bunların en ehemmiyyetlisi ise; tatbîkı, ümmet-i Muhammed (sav)’den bir cemâate farz-ı kifâye olan ve “Şeáir-i İslâmiyye” ta‘bîr olunan ahkâm-ı dîniyyedir. Bedîuzzamân, Meclis-i Meb‘úsâna Ocak 1923’de yazdığı bir hutbede onlara vazífelerinin, Kur’ân’ın evâmirini imtisâl ve şeáir-i İslâmiyyeyi ihyâ olduğunu şöylece bildirmiştir: 

BİN ÜÇ YÜZ OTUZ DOKUZ TÂRÎHİNDE, MECLİS-İ MEB‘ÚSÂNA HİTÁBEN YAZDIĞIM BİR HUTBENİN SÚRETİDİR

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ

اِنَّ الصَّلوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

 

Ey mücâhidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ü akid! Bu fakírin bir mes’elede on sözünü, bir kaç nasíhatını dinlemenizi ricâ ediyorum.  

Evvelâ: Şu muzafferiyetteki háriku’l-áde ni‘met-i İlâhiyye bir şükrân ister ki devâm etsin, ziyâde olsun. Yoksa, ni‘met şükrü görmezse gider. Mâdem ki Kur’ân’ı, Elláh’ın tevfîkıyle düşmânın hücûmundan kurtardınız; Kur’ân’ın en sarîh ve en kat‘í emri olan salât gibi ferâizi imtisâl etmeniz lâzımdır. Tâ, onun feyzi böyle hárika súretinde üstünüzde tevâlî ve devâm etsin. 

Sâniyen: Álem-i İslâmı mesrûr ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin, o teveccüh ve muhabbetin idâmesi, şeáir-i İslâmiyyeyi iltizâm ile olur. Zîrâ, Müslümânlar İslâmiyyet hesâbına sizi severler. 

Sâlisen: Bu álemde evliyâulláh hükmünde olan gázî ve şühedâlara kumândânlık ettiniz. Kur’ân’ın evâmir-i kat‘ıyyesine imtisâl etmekle, öteki álemde de o nûrânî gürûha refîk olmağa çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa, burada kumândân iken, orada bir neferden istimdâd-ı nûr etmeğe muztâr kalacaksınız. Bu dünyâ-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir metâ‘ değil ki, sizin gibi insânları işbâ‘ etsin, tatmîn etsin ve maksúd-i bi’z-zât olsun. 

Râbian: Bu millet-i İslâmın cemâatleri -çendân bir cemâat namâzsız kalsa, fâsık da olsa yine- başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ, umûm Kürdistân’da umûm me’mûrlara dâir en evvel sordukları suâl bu imiş; ‘Acabâ namâz kılıyor mu?’ derler. Namâz kılarsa mutlak emniyyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zamân, Beytüşşebâb aşâirinde isyân vardı. Ben gittim, sordum: ‘Sebeb nedir?’ Dediler ki: ‘Kaymakámımız namâz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dînsizlere nasıl itáat edeceğiz?’ Bu sözü söyleyenler de namâzsız, hem de eşkıyâ idiler. 

Hámisen: Enbiyânın ekserî şarkta ve hükemânın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak dîn ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibâha getirdiniz, fıtratına muvâfık bir cereyân veriniz. Yoksa, sa‘yiniz ya hebâen gider veyâ muvakkat, sathî kalır... 

Sâdisen: Hasmınız ve İslâmiyyet düşmânı olan frenkler dîndeki lâ-kaydlığınızdan pek fazla istifâde ettiler ve ediyorlar. Hattâ, diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar veren, dînde ihmâlinizden istifâde eden insânlardır. Maslahat-ı İslâmiyye ve selâmet-i millet nâmına, bu ihmâli a‘mâle tebdîl etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihâdcılar o kadar hárika azm ü sebât ve fedâkârlıklarıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebeb oldukları hâlde, bir derece dînde lâübâlîlik tavrını gösterdikleri için, dâhıldeki milletten nefret ve tezyîf gördüler. Háricdeki İslâmlar dîndeki ihmâllerini görmedikleri için hürmeti verdiler. 

Sâbian: Álem-i küfür, bütün vesâitiyle, medeniyyetiyle, felsefesiyle, fünûnuyla, misyonerleriyle Álem-i İslâma hücûm ve maddeten uzun zamândan beri galebe ettiği hâlde,    -âlem-i İslâma- dînen galebe edemedi. Ve dâhılî bütün fırak-ı dálle-i İslâmiyye de, birer kemmiyye-i kalîle-i muzırra súretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyyet metânetini ve salâbetini sünnet ve cemâatle muhâfaza eylediği bir zamânda, lâübâlîyâne, Avrupa medeniyyet-i habîse kısmından süzülen bir cereyân-ı bid‘atkârâne, sînesinde yer tutamaz. Demek, Álem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvârî bir iş görmek, İslâmiyyetin desâtîrine inkıyâd ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş... 

Sâminen: Za‘f-ı dîne sebeb olan Avrupa medeniyyet-i sefîhânesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamânda ve medeniyyet-i Kur’ân’ın zuhûra yakın geldiği bir ânda, lâ-kaydâne ve ihmâlkârâne müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahrîbkârâne iş ise, bu kadar rahnelere ma‘rûz kalan İslâm zâten muhtâc değildir. 

Tâsian: Sizin bu ‘İstiklâl Harbi’ndeki muzafferiyetinizi ve álî hizmetinizi takdîr eden ve sizi cân u dilden seven, cumhûr-i mü’minîndir. Ve bi’l-hássa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümânlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnetdârdır ve fedâkârlığınızı takdîr ederler. Ve, intibâha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdîm ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyyeyi imtisâl ile onlara ittisâl ve istinâd etmeniz maslahat-ı İslâm nâmına zarûrîdir. Yoksa, İslâmiyyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyyetsiz Avrupa meftûnu frenk mukallidleri avâm-ı müslimîne tercîh etmek maslahat-ı İslâma münâfî olduğundan; Álem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdâd edecek... 

Áşiren: Bir yolda dokuz ihtimâl-i helâket, tek bir ihtimâl-i necât varsa; hayâtından vaz geçmiş, mecnûn bir cesûr lâzım ki, o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgál eden farz namâz gibi zarûriyyât-ı dîniyyede, yüzde doksan dokuz ihtimâl-i necât var. Yalnız, gaflet ve tenbellik haysiyyetiyle, bir ihtimâl zarar-ı dünyevî olabilir. Hâlbuki, ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimâl-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinâd, tek bir ihtimâl-i necât olabilir. Acabâ, dîne ve dünyâya zarar olan ihmâl ve ferâizin terkine ne bahâne bulunabilir? Hamiyyet nasıl müsâade eder? 

Bâ-husús bu gürûh-i mücâhidîn ve bu yüksek meclisin ef‘áli taklîd edilir. Kusúrlarını millet ya taklîd veyâ tenkíd edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukúkulláh, hukúk-ı ibâdı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevâtür ve icmâı tazammun eden hadsiz ihbârâtı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i Şeytán’dan gelen bir vehmi kabûl eden adamlarla, hakíkí ve ciddî iş görülmez. 

Şu inkılâb-ı azímin temel taşları sağlam gerek. Şu Meclis-i álînin şahsıyyet-i ma‘neviyyesi, sáhib olduğu kuvvet cihetiyle ma‘nâ-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeáir-i İslâmiyyeyi bi’z-zât imtisâl etmek ve ettirmekle ma‘nâ-yı hılâfeti dahi vekâleten deruhde etmezse; hayât için dört şeye muhtâc, fakat an‘ane-i müstemirre ile günde lâ ekall beş def‘a dîne muhtâc olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyyât-ı medeniyye ile ihtiyâcat-ı rûhiyyesini unutmayan bu milletin hâcât-ı dîniyyesini Meclis tatmîn etmezse, bi’l-mecbûriyye ma‘nâ-yı hılâfeti, tamâmen kabûl ettiğiniz isme ve lâfza verecek. O ma‘nâyı idâme etmek için kuvveti dahi verecek. Hâlbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikák-ı asâya sebebiyyet verecektir. İnşikák-ı asâ ise,

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَميعًاâyetine zıddır. Zamân cemâat zamânıdır. Cemâatın rûhu olan şahs-ı ma‘nevî daha metîndir ve tenfîz-i ahkâm-ı şer‘ıyyeye daha ziyâde muktedirdir. Halîfe-i şahsí, ancak ona istinâd ile vezáifi deruhde edebilir. Cemâatın rûhu olan şahs-ı ma‘nevî eğer müstekím olsa, ziyâde parlak ve kâmil olur. Eğer fenâ olsa, pek çok fenâ olur. Ferdin, iyiliği de fenâlığı da mahdûddur. Cemâatin ise gayr-ı mahdûddur. Hárice karşı kazandığınız iyiliği, dâhıldeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmânlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeáirini tahrîb ediyorlar. Öyle ise zarûrî vazífeniz, şeáiri ihyâ ve muhâfaza etmektir. Yoksa, şuûrsuz olarak şuûrlu düşmâna yardımdır. Şeáirde tehâvün, za‘f-ı milliyyeti gösterir. Za‘f ise düşmânı tevkíf etmez, teşcî‘ eder...

حَسْبُنَا الله وَ نِعْمَ الْوَكيلُ * نِعْمَ الْمَوْلى وَنِعْمَ النَّصيرُ.{cke_protected_11}[44]{cke_protected_12}

 Bedîuzzamân Hazretlerinin ifâde ettiği ve fukahâ-i İslâm’ın tesbît ettiği, ümmetten bir cemâatin tatbîk ve icrâsıyla mükellef olduğu “Şeáir-i İslâmiyye”nin ba‘zılarını şöyle sıralayabiliriz: 

1) Zekâtın umûmî bir düstûr hâlinde tatbîk edilmesi, zekât vermeyenlere fıkhın ta‘yîn ettiği cezânın uygulanması; 

2) Namâzın bir düstûr-i umûmî hâline getirilmesi, namâz kılmayanlara mezheblerin ihtilâfına göre cezâlarının verilmesi; 

3) Gayr-ı meşrû‘ lehviyyâtın yasaklanması; 

4) İslâmiyyetin kadınlara verdiği hakların tatbîk edilmesi; 

5) Hac kapısının kayıtsız-şartsız açılması. (Ancak dîn-i İslâm’ın müsâade etmediği       -can ve mal güvenliğinin olmaması gibi- husúslar müstesnâ.) 

6) Fâizin yasaklanması; 

7) Adâlet sáhibi olanların, ya‘nî kebâiri işlemeyen ve sağáirde ısrâr etmeyen kimselerin idâreye getirilmesi; 

8) Hırsızın elinin kesilmesi; 

9) Zinâ suçuna, dînin ta‘yîn ettiği cezânın tatbîkı; 

10) Cum‘a gününün ta‘tíl olması; 

11) Sünnet-i Seniyyeye muhálif bütün icrâatların kaldırılması;

12) Herkese lâzım olan zarûriyyât-ı dîniyyenin maárife konulması; 

13) İslâm’a dil uzatanların, Kur’ân’ın te’dîbiyle terbiye edilmesi; 

14) Alenî oruç yiyenlerin cezâlandırılması; 

15) Mîrâs hukúkunun şer‘í çerçevede icrâ olunması; 

16) Kısása kısás hükümlerinin tatbîkı; 

17) İçki ve kumarın yasaklanması ve bu günâhların işlendiği yerlerin kapatılması vb… 

Bütün bu saydıklarımız, ulemâ-i İslâm’ın ittifâkıyla, “hakáik-ı İslâmiyye ve şeáir-i İslâmiyyeden”dir ve bunlar, şahsí farzlardan, ya‘nî farz-ı aynlardan daha ehemmiyyetlidir. Eğer ümmet, cemâat olarak tatbîk ve icrâsı ile mükellef olduğu farz-ı kifâye olan bu emirleri yerine getirirse; bütün halk, saádet-i dâreyni elde edip dünyâ ve âhirette azâb-ı İlâhî’den kurtulurlar. Aksi takdîrde, bütün ümmet Elláh katında mes’ûl olur ve saádet-i dâreynin zararına hareket etmiş olur. 

Bedîuzzamân (ra), îmân ve İslâmiyyeti şöyle ta‘rîf etmektedir: 

Ulemâ-i İslâm ortasında’İslâm’ ve ‘îman’ın farkları çok medâr-ı bahsolmuş. Bir kısmı, ‘İkisi birdir’, diğer kısmı, ‘İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz’ demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyân etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki: 

İslâmiyyet, iltizâmdır; îmân, iz‘ándır. Ta‘bîr-i diğerle, İslâmiyyet, hakka tarafgîrlik ve teslîm ve inkıyâddır; îmân ise, hakkı kabûl ve tasdîktir. Eskide ba‘zı dînsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyyeye şiddetli tarafgîrlik gösteriyorlardı. Demek, o dînsiz, bir cihette hakkın iltizâmıyla İslâmiyyete mazhardı; ‘Dînsiz bir Müslümân’ denilirdi. Sonra ba‘zı mü’minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur’âniyyeye tarafgîrlik göstermiyorlar, iltizâm etmiyorlar; ‘gayr-ı müslim bir mü’min’ ta‘bîrine mazhar oluyorlar. 

Acabâ, Îslâmiyyetsiz îmân, medâr-ı necât olabilir mi?

Elcevâb: Îmânsız İslâmiyyet, sebeb-i necât olmadığı gibi; İslâmiyyetsiz îmân da medâr-ı necât olamaz.[45] 

“ ‘Müslim-i gayr-ı mü’min’ ve ‘mü’min-i gayr-ı müslim’in ma‘nâsı şudur ki: Bidâyet-i hürriyyette İttihadçılar içine girmiş dînsizleri görüyordum ki; İslâmiyyet ve Şerîat-ı Ahmediyye, hayât-ı ictimâıyye-i beşeriyye ve bi’l-hássa siyâset-i Osmâniyye için, gáyet nâfi‘ ve kıymetdâr desâtîr-i áliyyeyi câmi‘ olduğunu kabûl edip, bütün kuvvetleriyle Şerîat-ı Ahmediyyeye tarafdâr idiler. O noktada Müslümân, ya‘nî iltizâm-ı hak ve hak tarafdârı oldukları hâlde mü’min değildiler; demek ‘müslim-i gayr-ı mü’min’ ıtlakına istihkák kesb ediyordular. 

Şimdi ise frenk usûlünün ve medeniyyet nâmı altında bid‘atkârâne ve şerîat-şikenâne cereyânlara tarafdâr olduğu hâlde; Elláh’a, âhirete, Peygambere îmânı da taşıyor ve kendini de mü’min biliyor. Mâdem hak ve hakíkat olan Şerîat-ı Ahmediyyenin kavânînini iltizâm etmiyor ve hakíkí tarafgîrlik etmiyor, ‘gayr-ı müslim bir mü’min’ oluyor. Îmânsız İslâmiyyet sebeb-i necât olmadığı gibi, bilerek İslâmiyyetsiz îmân dahi dayanamıyor, belki necât veremiyor, denilebilir.[46] 

Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin bu ifâdeleri, gelecek âyet-i kerîmelerden mülhemdir. Bu âyet-i kerîmeler, “hakáik-ı İslâmiyye”nin esâslarını ve o ahkâmın nasıl tatbîk ve icrâ edileceğini de şöyle ifâde etmektedir:

فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌوَاَحْسَنُ تَاْويلاً

 Eğer bir mes’ele hakkında ihtilâfa düşerseniz, hemen onu Elláh’a (Kur’ân’a) ve Resûlüne (Sünnete) arz ediniz. Eğer Elláh’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Elláh’ın ahkâmına ve Resûlünün sünnetine mürâcaat edin. Bu mürâcaat, hem hayırlı, hem de netîce i‘tibâriyle daha güzeldir.[47]  

فَلاَ وَرَبّكَ لاَيُؤْمِنُونَ حَتّى يُحَكّمُوكَ فيمَاشَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَيَجِدُوا فى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلّمُوا تَسْليمًا

  “Rabbin hakkı için, onlar aralarındaki ihtilâflı mes’elelerde Kur’ân ve Sünneti hakem tutmadıkça, sonra da Kur’ân ve Sünnetin verdiği hükümden nefisleri hîç bir darlık ve sıkıntı duymadıkça ve tam bir teslîmiyyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar.[48] 

Demek, yukarıdaki âyet-i kerîmeler ve Bedîuzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle; “İslâmiyyet”, ahkâm-ı İlâhiyyenin ümmet-i Muhammed (sav)’den bir cemâat tarafından icrâsına, ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında, husúsan ilmî, amelî ve edebî alanlarda hâkim olmasına tarafdâr olmaktır ve ahkâm-ı İlâhiyyenin záhir kısmıdır. “Îmân” ise bu ahkâmı kalben tasdîk etmektir. 

O hâlde, Bedîuzzamân (ra)’ın, “hakáik-ı İslâmiyyeyi nokta-i istinâd yapmaya mecbûrsunuz” cümlesinden murâdı: Hem ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk ve icrâ etmekle mecbûr ve mükellefsiniz, çünkü bu vazífe size farz-ı kifâyedir; hem de dünyâda ve âhirette azâb-ı İlâhî’den mahfûz kalmanız için mecbûrsunuz. Bedîuzzamân (ra), bu cümlesiyle Demokrat Parti mensûblarına, ictimâí hayâtın her safhasını, husúsan ilmî, amelî ve edebî sâhaları hakáik-ı İslâmiyyeye, ya‘nî ahkâm-ı İlâhiyyeye dayandırmaları gerektiğini sarâhaten ifâde etmiştir. Maalesef onlar, Bedîuzzamân (ra)’ı bu konuda dinlemediler. 

METİN 

Yoksa, sizin yapmadığınız eskiden beri cinâyetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûb etmeye bir ihtimâl-i kavî ile hissettim ve İslâmiyyet nâmına telâş ediyorum. 

Eskilerin lüzûmsuz keyfî kánûnları ve sû-i isti‘mâlleri netîcesiyle, belki de tahrîkleriyle zuhûr eden Ticânî mes’elesini ve ağır cezâlarını dîndâr Demokratlara yüklememek ve Álem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çâre-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: 

Nasıl Ezân-ı Muhammediyye (asm)’ın neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya'yı da beş yüz sene devâm eden vaz‘ıyyet-i kudsiyyesine çevirmektir. Ve Álem-i İslâm da çok hüsn-i te’sîr yapan ve bu vatan ahálisine Álem-i İslâm’ın hüsn-i teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de berâetine karâr verdikleri Risâle-i Nûr’un resmen serbestiyyetini dîndâr Demokratlar i‘lân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit Álem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zálimâne kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim. Dîndâr Demokratlar, husúsan Adnan Menderes gibi zâtların hátırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyâsete bir-iki gün baktım. 

ŞERH VE ÎZÁHI                                                                                      

 (Yoksa, sizin yapmadığınız eskiden beri cinâyetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûb etmeye bir ihtimâl-i kavî ile hissettim ve İslâmiyyet nâmına telâş ediyorum.) 

Bedîuzzamân (ra) Demokratlara diyor ki: 

Hayâtın her safhasını, husúsan ilmî, amelî ve edebî sâhaları hakáik-ı İslâmiyyeye dayandırmazsanız; İslâmiyyete ve emâneten size verilen saltanata hıyânet etmiş olursunuz, İslâmiyyeti hâkim kılma şerefini kaybedersiniz ve eskiden işlenen bütün cinâyetler ve seyyieler, ya‘nî hem Halk Partisinin, hem de diğerlerinin işledikleri fenâlıklar ve zulümler size yüklenip zarar görerek mağlûb olacağınızdan ne sizler için, ne de partiniz için değil, belki İslâmiyyet nâmına telâş ediyorum. Sizler de aynı kánûnları tatbîk etseniz, o kánûnları tatbîk eden diğer partileri Elláh size musallat eder, onların eliyle sizleri tokatlar. Zîrâ, záhiren inanıyor gibi görünüyorsunuz; fakat diğer partiler gibi hareket ediyorsunuz. 

Onlar ise Bedîuzzamân (ra)’ı dinlemediler, tavsiyelerini kabûl etmediler, hakáik-ı İslâmiyyeye dayanmadılar, dîne hürmetkâr olmadılar ve netîcede silindiler. Kur’ân’a dayanmayan bir táifeye Cenâb-ı Hak diğer táifeyi musallat etti. Kur’ân nâmına adâlet-i İlâhiyyenin tatbîkıni onlara teblîğ eden Bedîuzzamân Hazretlerini dinlemedikleri için hem dîne, hem de kendilerine zarar verdiler. 

Bedîuzzamân (ra) Demokrat Parti mensûblarına diyor ki: “Sizler iktidârdasınız ve çoğunluktasınız. Fırsat elinizde iken hemen hakáik-ı İslâmiyyeyi hayâtın her safhasında hâkim kılın. Eğer bunu yaparsanız, bu İslâm’ın lehine olur. İslâmiyyet bir an önce hâkim olur. Eğer hakáik-ı Kur’âniyyeyi hâkim kılmazsanız, bu ertelenmiş olacaktır. Bu da İslâmiyyet için zarardır. Böyle bir zarar ise ancak ileride gelecek yeni bir nesil tarafından telâfî edilebilir. Sizin şimdi yapmamanız ise İslâm’a karşı yapılan bir ihânettir. Her ne kadar sizler bu vazífeyi îfâ etmeseniz de, Elláh nûrunu mutlaka itmâm edecektir. İleride bu işin ehil ve erbâbını getirip dînini hâkim kılacaktır. 

Bedîuzzamân (ra) mezkûr cümleleriyle meâlen diyor ki: “Demokratların gitmelerinden ve mağlûb olmalarından endîşe etmiyorum. Belki İslâmiyyeti tatbîk etmediklerinden ötürü üzülüyorum. Çünkü, düşmânlar ve kâfîrler sevinir.” Bedîuzzamân Hazretleri bu tavsiyelerini Demokratların dîndâr kısmına söylüyor. Çünkü, ileride de îzáh edileceği gibi, o zamân o parti içinde dîndâr olmayan, garplılaşma ve Hıristiyanlara benzemek isteyenler de mevcûddu. 

 (Eskilerin lüzûmsuz keyfî kánûnları ve sû-i isti‘mâlleri netîcesiyle, belki de tahrîkleriyle zuhûr eden Ticânî mes’elesini ve ağır cezâlarını dîndâr Demokratlara yüklememek ve Álem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çâre-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: 

Nasıl Ezân-ı Muhammediyye (asm)’ın neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya'yı da beş yüz sene devâm eden vaz‘ıyyet-i kudsiyyesine çevirmektir. Ve Álem-i İslâm’da çok hüsn-i te’sîr yapan ve bu vatan ahálisine Álem-i İslâm’ın hüsn-i teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de berâetine karâr verdikleri Risâle-i Nûr’un resmen serbestiyyetini dîndâr Demokratlar i‘lân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit Álem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zálimâne kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim. Dîndâr Demokratlar, husúsan Adnan Menderes gibi zâtların hátırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyâsete bir-iki gün baktım.) 

Ezânın Arabca okunması ile alâkalı olarak 13 ile 17 Haziran 1950 târîhli gazetelerde şu bilgilere rastlamaktayız:

Kánûn adı: 526 sayılı cezâ kánûnunun, Arabca ezân ve hutbe okunmasını yasaklayan kánûnun ibtáli.

Kánûn teklîfini, Demokrat Parti gurubu vermiş. Ancak, Demokrat Parti dışındaki diğer milletvekîlleri muhálefet etmemiş, aksine olumlu oy kullanmışlardır. Ya‘nî, bu kánûn bütün milletvekîllerinin oylarıyla çıkmıştır. Ayrıca o târîhteki gazetelerin yazdığına göre, Adnan Menderes, İnönü’ye, devrimlere dokunmayacaklarına dâir güvence vermiştir. 

Demek, Demokrat Parti mensûbları, ezân-ı Muhammedî (asm)’ın Arabca okutulması husúsunda sâdece kánûn teklîfi vermiş ve bu konuda o günkü bütün milletvekîllerinin olumlu oylarıyla berâber bu kánûn yürürlüğe girmiştir. Hem bu konuda Adnan Menderes tarafından, İnönü’ye devrimlere dokunmayacaklarına dâir güvence verilmiştir. O hâlde denilebilir ki; Demokratlar, siyâsetlerinin menfaati için sünnet-i kifâye olan ezân-ı Muhammedî (asm)’ın i‘lânı husúsunda teklîf verdiler; şeáir-i İslâmiyye ta‘bîr edilen bütün farz-ı kifâyeleri ise ta‘tíle uğrattılar. Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîuzzamân Hazretlerini dinlememelerinin cezâsını çektiler. 

Şimdi ehl-i insáfa soruyoruz: Acabâ şerh ve îzáhını yaptığımız bu mektûbda, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin Demokrat Partiye tarafdâr olduğunu veyâ demokrasiyi desteklediğini îmâ eden hîç bir cümle gösterilebilir mi? Aslâ ve kat‘á! O hâlde, Bedîuzzamân Hazretleri, bu mektûbda Demokrat Partiyi tasvîb etmiyor, belki doğrudan doğruya Kur’ân’ın hâkimiyyetini onlara tavsiye ve teblîğ ediyor. Bedîuzzamân Hazretleri, zamânındaki bütün idârecilere Kur’ân’ın hâkimiyyeti altında Müslümânların birlik ve berâberliklerini te’mîn etmek emr-i İlâhîsini teblîğ ettiği gibi; Demokratlara da bu husúsu teblîğ etmiştir. Demek, bu teblîğ, sâdece Demokrat Parti mensûblarına mahsús değildir. 

Bedîuzzamân Hazretlerinin Demokratlara bu mektûbları yazmasının gáyesi; hayâtın her safhasında, husúsan ilmî, amelî ve edebî sâhalarda ahkâm-ı İlâhiyyenin hüküm-fermâ olmasını onlardan istemesidir. Bedîuzzamân Hazretleri, Demokratları tasvîb etmediği gibi; partilerini de takdîr etmemiştir. Ancak, o zâtın Demokratlara yazmış olduğu mektûblar, Resûl-i Ekrem (asm)’ın Kisrâ, Mukavkıs, Heraklius gibi ba‘zı devlet idârecilerine yazmış olduğu mektûblar nev‘ındendir ve hakáik-ı İslâmiyyeyi hâkim kılmaları için onlara bir İslâmî da‘vetnâme hükmündedir ve ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkı için bir teblîğ kabîlindendir. Nasıl ki, Resûl-i Ekrem (sav)’in o mektûblarında onları desteklemediği, belki İslâm dînini onlara teblîğ ettiği bedîhî ise; Bedîuzzamân Hazretlerinin Demokratlara yazdığı mektûblar da aynı ma‘nâdadır. Bedîuzzamân Hazretleri, Resûlulláh (sav)’in vârisi olması hasebiyle aynı üslûbu tatbîk eylemiştir. Şimdi, Resûl-i Ekrem (sav)’in İslâm’a da‘vet mektûblarından iki tânesini nümûne olarak naklediyoruz: 

Resûlulláh (sav), Bizans İmparatoru Heraklius’a gönderdiği İslâm’a da‘vet mektûbunda şöyle buyurmuştur: 

Seni İslâm’a girmeye da‘vet ediyorum. Şâyet İslâm’a girersen, Müslümânların sáhib olduğu haklar senin olur. Eğer İslâm’a girmezsen, bu hâlde cizye ödersin.

Resûlulláh (sav)’in Mısır Hükümdârı Mukavkıs’ı İslâm’a da‘vet mektûbu şöyledir: 

Elláh’ın selâmı, hidâyete tâbi‘ olanlara olsun. Seni İslâm’a da‘vet ediyorum. İslâm’a gir, selâmet ve emniyyet içinde olursun ve Elláh sana iki kat sevâb verecektir. Şâyet bundan i‘râz edecek olursan, bütün raıyyetinin günâhı senin üzerine toplanacaktır.[49] 

Bedîuzzamân Hazretleri şöyle buyuruyor: 

Pervîz denilen Fars pâdişâhı, nâme-i Nebeviyyeyi yırtmış. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma haber geldi. Şöyle bedduá ettiاَللّهُمَّ مَزّقْهُ ‘Yâ Rab! Nasıl mektûbumu paraladı, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et.’ İşte şu bedduánın te’sîriyledir ki; o Kisrâ Perviz'in oğlu Şirviye, hançer ile onu paraladı. Sa‘d İbn-i Ebî Vakkas (ra) da, saltanatını parça parça etti. Sa’sâniyye Devletinin hîç bir yerde şevketi kalmadı. Fakat, Kayser ve sâir melikler, nâme-i Nebeviyyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadılar.{cke_protected_13}[50] 

Nasıl ki, Kisrâ, Resûl-i Ekrem (sav)’i dinlemeyip nâme-i Nebeviyyeyi yırttığı için saltanatıyla berâber mahvolup gitti; aynen öyle de Demokratlar, Bedîuzzamân Hazretlerinin teblîğini dinlemedikleri için dağılıp gittiler. 

Hulâsa: Bedîuzzamân Hazretleri, Demokratlara teblîğ için mektûb yazmıştır. Yoksa,    -hâşâ- onları desteklemek için değil. Bedîuzzamân (ra), Demokrat Parti mensûblarını hakáik-ı İslâmiyyeye dayanmaya ve Kur’ân’a hizmet etmeye da‘vet etmiştir. Onlar ise bu da‘vete icâbet etmedikleri için dağıldılar ve silindiler. Bedîuzzamân (ra)’ın Demokratlara yazdığı mektûblarında onları desteklediğine dâir bir cümle bile yoktur. Ancak o gizli komite, Demokratlara yazılan mektûblardaki ba‘zı cümleleri sû-i isti‘mâl edip yanlış ma‘nâ vererek      -hâşâ- Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerini bu partiye çalışmış gibi halka gösterdi. O gizli ecnebî komite, böylece senelerce halkı oyaladı, aldattı ve hâlâ da aldatmaktadır. O gizli komite bununla iki şeyi hedeflemektedir: 

Biri: Kendi efkâr-ı bâtılasını halka dîn diye kabûl ettirmek. 

Diğeri: Müslümânları, Kur’ânî hakíkatleri net olarak terennüm eden Bedîuzzamân Hazretlerinden ve Risâle-i Nûr’dan soğutmaktır. 

 Bütün Müslümânlara farzdır ki, böyle bir iftirâya karşı şu âyet-i kerîme ile cevâb versinler:

مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ عَظيمٌ

Meâli: Bizim için, söylenen şu sözü ve bunun emsâlini söylemek sahîh olmaz. Ne acâib ve garâibe tesádüf ediyoruz. Yâ Rabbî! Seni nekáisten tenzîh ederiz ki, şu söylenen söz, vâkıın hılâfı büyük bir bühtân ve iftirâdır.[51] 

İKİNCİ MEKTÛB

METİN

Ben, çok hasta olduğum ve siyâsetle alâkasız bulunduğum hâlde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramânı ile bir sohbet etmek isterdim. Hâl ve vaz‘ıyyetim görüşmeye müsâade etmediği için; o súrî konuşmak yerine, bu mektûb benim bedelime konuşsun diye yazdım. Gáyet kısa bir kaç esâsı, İslâmiyyetin bir kahramânı olan Adnan Menderes gibi dîndârlara beyân ediyorum.

ŞERH VE ÎZÁHI

 (Ben, çok hasta olduğum ve siyâsetle alâkasız bulunduğum hâlde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramânı ile bir sohbet etmek isterdim. Hâl ve vaz‘ıyyetim görüşmeye müsâade etmediği için; o súrî konuşmak yerine, bu mektûb benim bedelime konuşsun diye yazdım.)

Bedîuzzamân, hayâtı boyunca

 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسّيَاسَةِdüstûruyla amel etmiş ve bunu talebelerine de emir buyurmuş ve ömrünün sonuna kadar hîç bir siyâsî partiyle ve siyâsetle alâkadâr olmamıştır. Bedîuzzamân (ra)’ın metinde geçen “siyâsetle alâkasız bulunduğum hâlde” ifâdesi ve siyâsetten uzak olduğuna dâir sâir beyânâtı bunu bildirmektedir. Ancak, Kur’ân nâmına Adnan Menderes’e ba‘zı tavsiyelerde bulunmuş ve evâmir-i İlâhiyyeyi Kur’ân nâmına ona teblîğ buyurmuştur. Bunlar:

1) Hakáik-ı İslâmiyye ve hukúkulláh olan bütün ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın bütün safhalarına, husúsan ilmî, amelî ve edebî sâhalara yerleştirmek.

2) Menfî milliyyeti kaldırmak ve devlete, ırkçılığı ifâde etmeyen ve bütün Müslümânları kucaklayacak İslâmî bir isim vermek ve diğer ırklara da haklarını vermek súretiyle adâleti te’mîn etmek.

3) Particilik zihniyyetini devlette hâkim kılmamak.

4) Ayasofya Câmiini açmak.

5) Hakáik-ı îmâniyye ve Kur’âniyyeyi ders veren Risâle-i Nûr’u resmen serbest etmek ve tedrîsât mahallerine koymak.

6) Devleti Kur’ân’a dayandırarak, dâhılî ve háricî düşmânlara karşı galebe çalmak.

Bedîuzzamân Hazretleri, “Kırk sahâbe ile dünyânın kırk devletine karşı meydân-ı muárazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakíkat-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak” cümlesiyle, Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: Kırk sahâbe, Kur’ân’a dayandığı için kırk devleti mağlûb etmiştir. Sen de dört yüz meb‘úsunla Kur’ân’a dayansan, dâhılî ve háricî düşmânlarına karşı galebe edersin. 

Bedîuzzamân (ra), Kur’ân’ın dellâlı olması hasebiyle Adnan Menderes’e bu tavsiyelerde bulunmuştur. Bu ve benzeri mektûblar, -hâşâ- Demokrat Partiyi medh u senâ etmek ma‘nâsında yazılmamıştır. Bedîuzzamân (ra)’ın particilik, siyâset ve demokrasi ile hîç bir alâkası yoktur. Ancak, doğrudan doğruya ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın her safhasında hâkim kılmak için Demokratlara yukarıdaki tavsiyelerde bulunmuştur. Ya‘nî, Bedîuzzamân (ra), bu mektûblar vâsıtasıyla Demokrat Parti mensûblarıyla siyâset üstü bir sohbet yapmış, ya‘nî irşâd maksadıyla evâmir-i İlâhiyyeyi onlara teblîğ etmiştir.

 (Gáyet kısa bir kaç esâsı, İslâmiyyetin bir kahramânı olan Adnan Menderes gibi dîndârlara beyân ediyorum.)

İslâm Kahramânı” ta‘bîrinde geçen “İslâm” kelimesi, lügatta “teslîm olmak” ma‘nâsındadır. Burada lügat ma‘nâsı murâd değil; belki Bedîuzzamân Hazretlerinin “Dokuzuncu Mektûb” ve “Barla Lâhikası” 352. sayfada ta‘rîf ettiği ma‘nâ murâddır. Ya‘nî, ahkâm-ı şer‘ıyyeye tamâmen tarafdâr olup, o ahkâmı hayâtın her safhasında icrâ etmek ma‘nâsında kullanılmıştır. “Kahramân” kelimesi ise; “düşmânından korkmayan, pervâsız adam” demektir.

O hâlde, Bedîuzzamân (ra)’ın “İslâm Kahramânı” ta‘bîrinden murâdı; ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın tüm safhalarında hâkim kılan ve bu husústa düşmânlarından korkmayan ve çekinmeyen kimse demektir. Fakat, Bedîuzzamân (ra)’ın mektûblarından da anlaşılacağı üzere; o, dâhılî ve háricî düşmânlarından korkarak rakíblerinin isteğine göre hareket etti, ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk etmek súretiyle Kur’ân’a tarziye vermedi, korktu ve Kisrâ-yı Fâris’in nâme-i Nebeviyyeye hürmetsizliğinin cezâsını gördüğü gibi, o dahi dünyâda cezâsını gördü.

Bedîuzzamân (ra), “İslâm Kahramânı” ta‘bîrini, daha önce de zikrettiğimiz gibi, bir teşvîk ve temennî için kullanmıştır.

METİN

Birincisi: İslâmiyyetin pek çok kánûn-i esâsîsinden birisi

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى âyet-i kerîmesinin hakíkatıdır ki; birisinin cinâyetiyle başkaları, akrabâ ve dostları mes’ûl olamaz. Hâlbuki, şimdiki siyâset-i hâzırada particilik tarafdârlığı ile, bir cânînin yüzünden pek çok ma‘súmların zararına rızá gösteriliyor. Bir cânînin cinâyeti yüzünden tarafdârları veyâhúd akrabâları dahi şeni‘ gıybetler ve tezyîfler edilip bir tek cinâyet yüz cinâyete çevrildiğinden, gáyet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukábele-i bi’l-misile mecbûr ediliyor. Bu ise, hayât-ı ictimâıyyeyi tamâmen zîr u zeber eden bir zehirdir ve háricdeki düşmânların parmak karıştırmalarına tam bir zemîn hâzırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhrânlar, bu esâstan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat, onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. -Elláh etmesin- bu hâl bizde olsa, pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çâre-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyyeyi ve esâs İslâmiyyet milliyyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, ma‘súmları himâye için, cânîlerin cinâyetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem emniyyetin ve âsâyişin temel taşı, yine bu kánûn-i esâsîden geliyor.

ŞERH VE ÎZÁHI

(Birincisi: İslâmiyyetin pek çok kánûn-i esâsîsinden birisi

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى âyet-i kerîmesinin hakíkatıdır ki; birisinin cinâyetiyle başkaları, akrabâ ve dostları mes’ûl olamaz. Hâlbuki, şimdiki siyâset-i hâzırada particilik tarafdârlığı ile, bir cânînin yüzünden pek çok ma‘súmların zararına rızá gösteriliyor. Bir cânînin cinâyeti yüzünden tarafdârları veyâhúd akrabâları dahi şeni‘ gıybetler ve tezyîfler edilip bir tek cinâyet yüz cinâyete çevrildiğinden, gáyet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukábele-i bi’l-misile mecbûr ediliyor. Bu ise, hayât-ı ictimâıyyeyi tamâmen zîr u zeber eden bir zehirdir ve háricdeki düşmânların parmak karıştırmalarına tam bir zemîn hâzırlamaktır.) Háricdeki düşmânlar, ya‘nî o gizli ecnebî komite, particilik vâsıtasıyla Müslümânları biribirleriyle boğuşturuyor ve bununla Müslümânları za‘fa uğratıp küfrünü yerleştiriyor. (İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhrânlar, bu esâstan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat, onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. -Elláh etmesin- bu hâl bizde olsa, pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çâre-i yegâne) particiliği ve Türkçülüğü değil; (Uhuvvet-i İslâmiyyeyi ve esâs İslâmiyyet milliyyetini o kuvvetin) devletin (temel taşı yapıp,) hayâtın her kademesinde ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılıp (ma‘súmları himâye için, cânîlerin cinâyetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.) Hangi partiden ve hangi parti mensûblarından zarar gelmişse onları mes’ûl tutmak lâzımdır. Onların cinâyetlerinden dolayı başkalarına adâvet ve zulmetmek,

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى{cke_protected_14}[52]{cke_protected_15} âyetinin nassıyla harâmdır. Hâlbuki, particilik sisteminde adâletle muámele etmek mümkün değildir. Zîrâ, hangi parti iktidâra gelirse, kadrolaşarak kendi adamlarını tutar ve başkalarını ezer.

Dikkat edilse anlaşılır ki, Bedîuzzamân (ra) bu mektûbuyla -hâşâ- Adnan Menderes’in partisini desteklemek değil; belki Adnan Menderes’e particiliği bırakmasını, uhuvvet-i İslâmiyyeyi te’sîs etmesini ve İslâmiyyet milliyyetini esâs tutmasını tavsiye ediyor. Zîrâ, dînde particilik yoktur. Burası Dâr-ı İslâm’dır, mü’minler biribirlerinin kardeşidir. Particilik ise tefrîkaya sebeb olur, uhuvvet-i İslâmiyyeyi kırar. Bu particilik illeti ve ırkçılık hastalığı, Müslümânları parçalamak ve yutmak için ecnebîler tarafından içimize atılmıştır. Bedîuzzamân (ra), bu mektûbunda bütün siyâsetlerden berî olarak, sâdece uhuvvet-i İslâmiyyeyi emreden

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Ancak mü’minler kardeştirler[53] âyetini ve adâlet-i İlâhiyyeyi te’mîn eden

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى âyetini tavsiye ediyor. Onları hem particilikten, hem de ırkçılıktan kurtarmak için ahkâm-ı Kur’âniyye’ye da‘vet ediyor. Hem memleketin selâmeti, hem de dünyâ ve âhiret saádeti için böyle bir tavsiyede bulunuyor, İlâhî hükmü onlara teblîğ ediyor.

Bedîuzzamân (ra), Türkiye’de çok partili sistem denemesine geçildiği zamân particiliğin uyandırdığı fitneye karşı “Uhuvvet Risâlesi” adlı eserini kaleme almış ve dînde particiliğin olmadığını açıkça isbât etmiştir. Particiliğin dînde olmadığı, Bedîuzzamân Hazretlerinin particiliği ve bugünkü siyâseti desteklemediği ve o zâtın Adnan Menderes’e mezkûr tavsiyeleri mektûblarda bedâheten îzáh edildiği hâlde; Bedîuzzamân Hazretlerinin Demokrat Partiyi desteklediğini iddia ederek böyle bir iftirâda bulunmak, olsa olsa ancak o gizli zındıka komitesinin işi ve fâsid bir te’vîli olabilir. Zamânla o fâsid te’vîller mü’minler arasında yerleşmiş, Bedîuzzamân Hazretleri hâşâ siyâsetçiymiş, Demokrat Partiyi ve demokrasiyi müdâfaa etmiş ve Adnan Menderes’i desteklemiş gibi gösterilmiştir. Bedîuzzamân gibi bir Kur’ân şâkirdinin Adnan Menderes gibi bir siyâsetçiye tâbi‘ ve âlet olması mümkün müdür? Aslâ ve kat‘á! Elbette Kur’ân şâkirdi olan o zât, Demokratlara âlet olamaz ve onları destekleyemez; ancak Kur’ân’ın ahkâmını onlara teblîğ eder ve Kur’ân’ın hâkimiyyeti için çalışır. Gökteki güneşin yerdeki muma tâbi‘ olması mümkün olmadığı gibi; Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin de Demokrat Partiye tâbi‘ olması ve onlara destek vermesi mümkün değildir.

Nasıl ki, adâletin te’mîni, zulüm ve haksızlıkların ortadan kalkması, bu birinci kánûn-i esâsiden kaynaklanıyor. (Hem) de (emniyyetin ve âsâyişin temel taşı, yine bu kánûn-i esâsîden geliyor.) Particilik ve ırkçılık sebebiyle biribirlerine karşı düşmân vaz‘ıyyeti alan kimseler, âsâyişi de ihlâl ederler. Hâlbuki,

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى kánûn-i esâsisi ile emniyyet ve âsâyiş; ancak Kur’ân’ın hâkimiyyeti vâsıtasıyla uhuvvet-i İslâmiyyenin te’sîs edilmesi, İslâmiyyet milliyyetinin esâs tutulması, particilik ve menfî milliyyetçiliğe son verilmesiyle te’mîn edilir.

METİN

Meselâ: Bir hánede veyâ bir gemide bir ma‘súm ile on cânî bulunsa, hakíkí adâletle ve emniyyet ve âsâyiş düstûr-i esâsîsi ile, o ma‘súmu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve háneye ilişmemek lâzım; tâ ki ma‘súm çıkıncaya kadar.

İşte bu kánûn-i esâsî-i Kur’ânî hükmünce, âsâyiş ve emniyyet-i dâhıliyyeye ilişmek, on cânî yüzünden doksan ma‘súmu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhiyyenin celbine vesîle olur. Mâdem Cenâb-ı Hak bu tehlikeli zamânda bir kısım hakíkí dîndârların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîm’in bu kánûn-i esâsîsini kendilerine bir nokta-i istinâd ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zamân ihtár ediyor.

ŞERH VE ÎZÁHI

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى âyeti, adâlet-i Kur’âniyyeyi ihtivâ ediyor. (Meselâ: Bir hánede veyâ bir gemide bir ma‘súm ile on cânî bulunsa, hakíkí adâletle ve emniyyet ve âsâyiş düstûr-i esâsîsi ile, o ma‘súmu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve háneye ilişmemek lâzım; tâ ki ma‘súm çıkıncaya kadar.

İşte bu kánûn-i esâsî-i Kur’ânî hükmünce, âsâyiş ve emniyyet-i dâhıliyyeye ilişmek, on cânî yüzünden doksan ma‘súmu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhiyyenin celbine vesîle olur.)

Bedîuzzamân (ra), Adnan Menderes’e hıtáben özetle diyor ki: Halk Partisi ve Millet Partisi, beşerî kánûnlara ve Türkçülüğe dayandı, tarafgîrlik sebebiyle kendi partilerinden olmayanları tehlikeye attılar, zulmettiler. Sen bunlar gibi muámele etme! Onlar, bir cânî için yüz ma‘súmu fedâ ederler, ba‘zan da bir köyü yakıp yıkarlar. Sen, yüz cânî için bile olsa bir ma‘súmu fedâ etme! Kur’ân’ın

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى düstûruyla amel etmek súretiyle hakíkí adâleti te’mîn et! Ya‘nî, diğer partiler kendi tarafdârlarının menfaatlerini gözetirler veyâ kendi ırklarını tutarlar; sen öyle yapma. Particiliği ve ırkçılığı bırak, ahkâm-ı İlâhiyyeyi icrâ et, İslâmiyyet milliyyetine dayan, her hak sáhibine hakkını ver, böylece adâletle muámele eyle! Bu icrâatın hem adâleti, hem de emniyyet ve âsâyişi te’mîn eder. Hem de sizleri gazab-ı İlâhî’den kurtarır. Aksi takdîrde dış güçler, particiliği ve ırkçılığı elde tutup bununla Müslümânları boğuşturacak ve kendileri de seyirci kalacaklardır.

Nitekim, Bedîuzzamân (ra), gelecek cümlelerinde bunu ifâde ediyor:

(Mâdem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamânda bir kısım hakíkí dîndârların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîm’in bu kánûn-i esâsîsini kendilerine bir nokta-i istinâd ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zamân ihtár ediyor.)

Bedîuzzamân, “Cenâb-ı Hak bu tehlikeli zamânda bir kısım hakíkí dîndârların başa geçmesine yol açmış” cümlesiyle diyor ki: Sizin iktidâra gelmeniz Elláh’ın bir ni‘metidir. Bu ni‘met şükür ister. Bu ni‘metin şükrü ise, hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk ve icrâ etmektir. Aksi takdîrde şükürden şirke düşülmüş olur. Bu ni‘met-i İlâhiyyeye karşı şükür olarak hakáik-ı İslâmiyyeyi hâkim kılsanız, hem Elláh’ı râzı etmiş olursunuz, hem millet kurtulur, hem de sizler kurtulursunuz. Eğer diğerleri gibi bu ni‘mete şükretmeyip sû-i isti‘mâl etseniz, ya‘nî ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her sâhasında hâkim olması için çalışmazsanız; hem gazab-ı İlâhî’ye, hem de memleketin felaketine sebeb olursunuz.

Bu sebeble Bedîuzzamân (ra) Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: Devleti particiliğe ve ırka dayandırma; belki hakáik-ı İslâmiyyeye ve İslâmiyyet milliyyetine dayandır. Yoksa, dış güçler sizi biribirinize düşürürler, kuvvet ve şevketinizi kaybedersiniz. Zîrâ, Bedîuzzamân’ın ta‘bîriyle, bugünkü siyâsetin ipi dış güçlerin, ya‘nî gizli bir ecnebî komitenin elindedir. Avrupa’nın ise kánûnlarıyla, felsefesiyle, edebiyatıyla, medyasıyla size galebe çaldığı bir zamânda; onlara karşı ancak Kur’ân’ın amelî, ilmî ve edebî sâhalardaki ahkâm ve düstûrlarıyla gálib gelebilirsiniz. Yoksa, o gizli zındıka komitesinin plânı olan particilik ve ırkçılığa dayanırsanız, memleket perîşân olur.

Ve öyle de oldu. Başta Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Parti mensûbları bu noktada Bedîuzzamân Hazretlerini dinlemedikleri için “particilik” sağ-sol cereyânlarını, “ırkçılık” ise Türkçülük ve Kürtçülük mes’elelerini netîce verdi. Bu cereyânlar sebebiyle memlekette emniyyet ve âsâyiş ihlâl oldu, binlerce insân canını ve malını kaybetti.

Bedîuzzamân (ra), Adnan Menderes’ten, İslâmiyyetin birinci kánûn-i esâsîsinde iki şeyi istiyor:

Birincisi: Dîn-i mübîn-i İslâm’da particilik yoktur. Çünkü, particilik, hizibleşmeye ve her partinin, kendi tarafdârlarını tutup diğerlerine karşı tavır takınmasına sebebdir. Bu ise ümmet arasında tefrîkaya yol açtığı için, harâmdır. Bu sebeble, particiliği bırak!

İkincisi: Irkçılık damarıyla hizibleşmek de Kur’ân’ın nassıyla yasak olduğundan, devleti menfî milliyyetçilikten kurtarmak ve devlete bütün Müslümânları kucaklayacak bir isim vermek lâzımdır. Zîrâ, Halk Partisi particilik ve ırkçılıkla hadsiz cinâyet işledi. Sen de particiliği ve ırkçılığı esâs maksad yapsan, hadsiz cinâyet işlemiş olursun.

Öyle ise Bedîuzzamân (ra), başta Adnan Menderes olmak üzere Demokratlara şu tavsiyelerde bulunuyor: Ecnebî diyârından getirilen ve uhuvvet-i İslâmiyyeyi parçalayıp hizibleşmeye sebeb olan particilik ve ırkçılığı ortadan kaldırın, bunların yerine uhuvvet-i İslâmiyyeyi ve esâs İslâmiyyet milliyyetini ikáme edin!

Onlar ise, vâ esefâ, bu ihtárı dinlemediler, gazab-ı İlâhî’yi celb ettiler ve kendileri gittikleri hâlde ektikleri tohumlar gazab-ı İlâhî’nin eseri olan mahsúlleri verdi ve bu mahsúller hâlâ devâm etmektedir.

Şimdi ehl-i insáfa soruyoruz: Acabâ Bedîuzzamân (ra)’ın bu cümlelerinde zerre kadar siyâseti desteklediğini veyâ Demokrat Parti lehinde konuştuğunu gösteren herhangi bir işâret var mıdır? Hâşâ ve kella! Ancak Bedîuzzamân (ra), Elláh’ın emrini ve Müslümânların menfaatine olan husúsları Demokrat Parti mensûblarına teblîğ etmiştir. Bedîuzzamân (ra), ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkıni onlardan istemişken, Bedîuzzamân Hazretlerinin vefâtından sonra gizli bir ecnebî komite, bâtıl te’vîllerle Müslümânları hizibleştirmek ve particiliği meşrû‘ göstermek için -hâşâ- Bedîuzzamân Hazretlerini Demokrat Partiyi ve demokrasiyi desteklemiş gibi göstermiştir. O ecnebî komitenin bu bâtıl te’vîlleri propaganda ile etrâfa neşredildi. Müslümânlar da zamânla o bâtıl te’vîlleri kabûllenmek gibi bir hâl içine girdiler.

Hâlbuki, Bedîuzzamân Hazretlerinin siyâsetle ve particilikle hîç bir alâkası yoktur. Ancak o partide kısmen Müslümânların bulunması sebebiyle ve Bedîuzzamânın sırr-ı  verâset-i nübüvvetle teblîğ vazífesiyle mükellef olması sebebiyle, Demokratları ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkıyle adâlet-i Kur’âniyyeyi te’mîn etmeye da‘vet etmiştir. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri sâdece Demokratlara değil, iktidârda bulunan bütün idârecilere bu teblîği yapmıştır. O hâlde, Bedîuzzamân (ra)’ı Demokrat Parti tarafdârı gibi göstermek, o zâta bir bühtân-ı azímdir.

METİN

İslâmiyyetin ikinci bir kánûn-i esâsîsi şu hadîs-i şerîftir:

سَيّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hakíkatiyle me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamânda terbiye-i İslâmiyyenin noksániyyetiyle ve ubûdiyyetin za‘fiyyetiyle benlik, enâniyyet kuvvet bulmuş. Me’mûriyyeti, hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirâne bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi, adâlet olmaz; esâsiyle de bozulur ve hukúk-ı ibâd da zîr u zeber olur.

Hukúk-ı ibâd, hukúkulláh hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin; belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur. 

ŞERH VE ÎZÁHI

(İslâmiyyetin ikinci bir kánûn-i esâsîsi şu hadîs-i şerîftir:

[54]{cke_protected_16}سَيّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hakíkatiyle, me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır) me’mûriyyet,   ma‘nâ-yı harfîyle bir hizmetkârlıktır. Ya‘nî, “Âmir” ve “Hâkim” Elláh’dır. İdâreci ise, Elláh’ın emirlerini yerine getiren bir me’mûrdur. Me’mûr ise, İlâhî kánûnların ve o kánûnlara boyun eğen Müslümânların hizmetkârıdır; (bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil.) O me’mûriyyet, Nemrûdlaşıp, kánûnlar perdesi altında halka zulmetmek değildir. Belki me’mûriyyet, Elláh’ın kánûnlarını kullarına adâletle icrâ etmek için verilen bir vazífedir. Dolayısıyla, me’mûriyyet, hem ahkâm-ı İlâhiyyeye, hem de o ahkâmı kabûl edenlere hizmetkârlıktır.

(Bu zamânda terbiye-i İslâmiyyenin noksániyyetiyle ve ubûdiyyetin za‘fiyyetiyle), ya‘nî bu zamânda beşeriyyet, câmide Elláh’a ibâdet etmekten i‘râz ettiği gibi; hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmamakla bir nev‘í ubûdiyyet zincirini boynundan çıkarmış bulunuyor. Ya‘nî, başta idâreciler olmak üzere ekser insânlar, câmiye gelip namâz kılmıyorlar; hayâtın bütün safhalarında hakáik-ı İslâmiyyeye dayanmıyorlar, Elláh’ın hükmüyle hükmetmiyorlar, Elláh’ın emrettiği tarzda tedrîsât yapılmıyor; basın ve yayında İslâmiyyet aleyhinde her şey neşrediliyor, ahlâk-ı insâniyye derinden derine yaralanıyor. Beşer, şahsí, idârî, hukúkî ve ictimâí sâhalarda ubûdiyyetkârâne bir tavır takınmadığı, belki keyfe mâyeşâ harekete alıştığı için (benlik, enâniyyet kuvvet bulmuş. Me’mûriyyeti, hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirâne bir mertebe tarzına getirdiğinden;) netîcesi menfî oluyor. 

Bedîuzzamân Hazretleri şöyle buyuruyor: 

Felsefenin hális bir tilmîzi, bir fir‘avndır. Fakat, menfâati için en hasîs şeye ibâdet eden bir fir‘avn-ı zelîldir. Ammâ, hikmet-i Kur’ân’ın hális tilmîzi ise; bir abd’dir. Fakat, a‘zam-ı mahlûkáta da ibâdete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi a‘zam-ı menfaat olan bir şeyi, gáye-i ibâdet kabûl etmez bir abd-i azîzdir.[55] 

Bedîuzzamân (ra)’ın bu ifâdelerine göre; amelî felsefeyi rehber edinen bir idâreci Fir‘avn gibi kendisini müstakil görüyor, kendini o memleketin hakíkí âmiri ve hâkimiymiş gibi tasavvur ettiğinden kánûn çıkarıyor, çıkardığı o kánûnları icrâ ediyor, o kánûnlara itáat etmeyenleri de cezâlandırıyor. Kendisini, Elláh’ın “Âmir ve Hâkim” isimlerinin tecellîsine mazhar ve onun hükümlerini teblîğ ve tatbîk etmekle mükellef bir me’mûr súretinde görmüyor. Kur’ân’ın şâkirdi ise kendini abd biliyor, ahkâm-ı İlâhiyyeye boyun eğiyor, yalnız Hálık’ın rızásını esâs maksad yapıyor. 

Demek, kánûnlar, adâlet-i Kur’âniyye hesâbına ve Elláh nâmına icrâ olunmazsa, adâlet te’mîn edilmez; belki zulüm yapılmış olur; (abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi, adâlet olmaz; esâsiyle de bozulur ve hukúk-ı ibâd da zîr u zeber olur.) 

Bedîuzzamân (ra), (Hukúk-ı ibâd, hukúkulláh hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin;) ifâdesiyle, Demokratlara diyor ki: Siz eğer Elláh hesâbına ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk etseniz; hem hukúkulláh, hem de hukúku’l-ibâda riáyet etmiş olursunuz. Ama, siz ahkâm-ı İlâhiyyeye dayanmadan kendi irâdenizle çıkarmış olduğunuz hükümleri kendi hesâbınıza tatbîk etseniz; záhiren halka faydalı gibi görünse de, netîcede yine şer ve zulüm olur. Çünkü, hem hükümler İlâhî değildir, hem de bu hükümler Elláh nâmına icrâ olunmuyor. Abdestsiz namâzın bir fâidesi olmayacağı gibi, bu şekilde kánûn çıkarmak da fayda sağlamaz. O hâlde, hukúku’l-ibâd, hukúkulláhı tazammun etmelidir. Farazá siz hukúku’l-ibâda riáyet etseniz bile, Elláh nâmına olmadığı için yine zulmetmiş olursunuz. Demek, hukúku, “Elláh’ın emri budur” diye tatbîk etmek zorundasınız. Beşerin kánûnları, beşer gibi yıpranıyor. Ne kadar müsbet görünse de insânların yaradılışına uygun gelmiyor. İnsânı yaratan kim ise, onu idâre edecek hükümleri vaz‘ eden de yalnız O’dur. Nitekim, bu hakíkat Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifâde edilmektedir:

 

اَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلاَمْرُ Dikkat edin! Eşyâyı îcâd, herkese ve her şeye emretmek, ancak Elláhu Teálâ’ya mahsústur. Elláh’dan başka bir emir sáhibi yoktur.[56] 

Bedîuzzamân (ra) bu cümleleriyle şöyle demek istiyor: Adâlet-i Kur’âniyye hem hukúkulláhı, hem de hukúku’l-ibâdı tazammun eder. Hukúku’l-ibâd, hukúkulláha, ya‘nî Kur’ân’a dayanmazsa zulüm olur. 

O hâlde, her bir ahkâmın icrâsında iki hukúk vardır: 

Biri: Hukúkulláhdır.

 Diğeri: Hukúku’l-ibâddır. 

Eğer hukúk-ı ibâd, hukúkulláhı tazammun etmezse; ya‘nî hukúkulláha dayanmazsa ve Elláh nâmına olmazsa; zulm-i azím olur. Ya‘nî,

اِنَّ الشّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ Muhakkak ki, şirk, büyük bir zulümdür{cke_protected_17}[57] âyetinin sarâhatiyle şirk olur. 

Meselâ; bir adam hırsızlık yaptı. Mazlûmun hakkını almak için şu hırsızlık suçuna elbette cezâ verilecektir. Bu cezâ, hukúkulláhı tazammun etmezse, ya‘nî; 

a) Elláh’ın hükmüne göre olmazsa, 

b) Elláh hesâbına icrâ olunmazsa; adâlet değil, zulüm yapılmış olur. Zîrâ, o suçta Elláh’ın hakkı da vardır. O hak da, ancak Elláh’ın emrettiği tarzda o cezânın uygulanmasıdır. Hâkim, “Elláh’ın emri budur” deyip, sonra o cezâyı tatbîk edecektir. 

Nasıl ki, bir insân namâzın bütün şartlarını yerine getirse, yalnız abdest almazsa veyâ namâzın bütün rükünlerini yerine getirse, fakat kıbleye dönmezse, namâzı sahîh olmaz. Aynen öyle de, hukúku’l-ibâd, hukúkulláhı tazammun etmezse, adâlet te’mîn edilmez, netîcesi de zulüm olur. Çünkü, hâkim kendisini müstakil tasavvur ediyor; kendisini ahkâm-ı İlâhiyyenin bir hizmetkârı olarak görmüyor. İdâreci ve hâkim, hukúk-ı ibâdı icrâ ederken ahkâm-ı İlâhiyye ile değil, kendi karârıyla hükmettiği zamân; hak ve adâleti te’mîn edemez, müessir de olamaz. Bedîuzzamân Hazretleri şöyle buyuruyor: “Demek, hakíkí adâlet ve te’sîrli cezâ odur ki: Elláh’ın emri nâmıyla olsun. Yoksa te’sîri yüzden bire iner”; (belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur.) Bu her zamân için geçerli olan bir hükümdür. Sâdece Demokratlara mahsús değildir. Demek, cezâlar, hem Elláh’ın hükmüne göre, hem de Elláh hesâbına olmalıdır. Yoksa, adâlet yapalım derken zulmedilmiş olur. 

Cenâb-ı Hak, bin bir isim sáhibidir. Hâkim ve Ádil isimleri de esmâ-yı İlâhiyyedendir. Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Akdes’inde şerîki olmadığı gibi, esmâsında da şerîki yoktur. Bu sebeble ilmî, amelî ve edebî sâhalar, her zamân ve her yerde Hâkim ve Ádil isimlerinin tecellîlerine âyine olmalıdır. Bu âyinedârlık da ancak ahkâm-ı İlâhiyyeyinin tatbîk ve icrâsıyla mümkündür. Aksi takdîrde, Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle, nemrûdçuluk olur. Hâkim ve Ádil olan Elláhu Teálâ, bu iki isimlerinin muktezásıyla bize ma‘nen şöyle emreder: 

Hâkim ve Ádil yalnız Benim. Benden gayrı her şey adâletim karşısında mahkûmdur. Ya‘nî, kâinâttaki fıtrî kánûnların hâkimi Ben olduğum gibi, sizin ef‘ál, akvâl ve ahvâlinizin de hâkimi Benim. Amelî, ilmî ve edebî sâhalarda insânların hayât-ı ictimâıyyelerini tanzím edecek kánûnların hâkimi Benden gayrı yoktur. 

Hazret-i Âdem (as)’dan kıyâmete kadar dîn-i hakkın hükmü budur. O hâlde, hem idâreci, hem de raıyyet bu iki isme âyine olmalıdır. Tâ ki, bu isimlerde Elláh’a şerîk koşulmasın. Demek, idâreci, ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk ve icrâ etmekle; raıyyet de bu ahkâma boyun eğmekle mükellefdir. Böylece hem idâreci, hem de raıyyet, Elláh’a karşı mahkûm olduklarını ortaya koymakla hakíkí hürriyyeti elde etmiş olurlar ve ancak bununla insânlar biribirlerine kul ve köle olmaktan kurtulurlar. Bu netîceyi elde etmek için vahy-i sarîhî olan Kur’ân’a ve vahy-i zımnî olan sünnete dayanan ahkâm-ı İlâhiyyeyi aynen kabûl etmek ve hak mezheblerin ta‘yîn ettiği hudûdlar içerisinde hayâtın bütün sâhalarında bu İlâhî hükümleri tatbîk etmek ve halk da o İlâhî hükümlere teslîm olmakla,

 اِنِ الْحُكْمُ اِلاّ للهِ Hüküm, ancak Elláh’a mahsústur[58] âyetinin sırrıyla hâkimiyyetin Elláh’a mahsús olduğunu fiilen göstermek, her Müslümân’ın her zamân ve her yerde aslî vazífesidir. Bedîuzzamân Hazretlerinin bu sözlerinin muhátabı her ne kadar Adnan Menderes ise de, bu hıtáb kıyâmete kadar geçerli bir hıtábdır; ahkâm-ı İlâhiyyenin beyânı olduğu için hıtáb umûmîdir. 

 Vahy-i İlâhî, ezelden gelmiş ebede gideceği gibi, ahkâm-ı İlâhiyye de ezelden gelmiş ebede kadar gidecektir. Belli bir zamâna mahsús değildir ve belli bir hudûdu yoktur. Elláh’ın kelimelerinde ve hükümlerinde değişme olmaz. Kur’ân’ın hükümleri herhangi bir zamân ve herhangi bir mekânla kayıtlı değildir. Kur’ân’ın koyduğu her bir hüküm, Resûl-i Ekrem (asm)’dan başlar, kıyâmete kadar gider. Teşrî‘ hakkı Elláh’a hásdır. Cenâb-ı Hak, yüce Kelâmında şöyle buyurmaktadır:

وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبّكَ صِدْقًا وَعَدْلاً لاَ مُبَدّلَ لِكَلِمَاتِه وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ

 Ey Ekreme’r-Rusül! Rabbin Teálâ’nın kelimesinden ibâret olan Kur’ân, va‘dinde sádık ve hükmünde ádil olması bakımından tamâm oldu. Aslâ noksán kalmadı. Çünkü, ihbârında yalan ve ahkâmında aslâ zulüm yoktur. Gerek geçmiş ümmetler hakkında, gerek kıyâmete kadar zuhûr edecek hâdisât husúsunda vermiş olduğu haberleri vâkıa mutâbıktır, aslâ hulf yoktur. Emir ve nehiy, helâl ve harâm gibi bütün ahkâmı adâlete muvâfıktır. Rabbin Teálâ’nın kelimâtını tebdîl ve tahrîf ve kıyâmet gününe kadar ahkâmını tağyîr edici yoktur. Zîrâ, senin bi‘setinle emr-i nübuvvet ve risâlet tamâm ve bâb-ı vahiy münsed oldu. Binâenaleyh, sen, enbiyânın hátemi ve rusül-i kirâmın seyyidi oldun. Elláhu Teálâ kullarının sözlerini duyar ve işlerini bilir.[59] 

Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretleri aynı konuda şöyle buyurmaktadır: 

Evet, Kur’ân’ın düstûrları, kánûnları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyyetin kánûnları gibi ihtiyâr olup ölüme mahkûm değildir. Dâimâ gençtir, kuvvetlidir.{cke_protected_18}[60] 

Şerîat-ı Garrâ, Kelâm-ı Ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmârenin istibdâd-ı rezîlesinden selâmetimiz, İslâmiyyete istinâd iledir, o hablü’l-metîne temessük iledir; ve haklı hürriyyetten hakkıyla istifâde etmek, îmândan istimdâd iledir. Zîrâ, Sáni-ı Áleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubûdiyyete tenezzül etmemesi gerektir.{cke_protected_19}[61]

Me’mûriyyet, سَيّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ  hadîs-i şerîfinin sırrıyla, Elláh nâmına ahkâm-ı Kur’âniyyeyi kullara teblîğ ve o ahkâmı icrâ etmek súretiyle Elláh’ın kullarına hizmetkârlıktır. Yoksa, teşrî‘ hakkını kendilerine mâl edip ve o sıfatı kullanmaya çalışan kişiler, Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle, birer Nemrûd, birer Fir‘avn gibi olur; onlara itáat edenler de onların kul ve kölesi gibi olur. Evet, Fir‘avn, çıkarmış olduğu kánûnlara halkı itáate da‘vet etmekle ve halkın da onun çıkarmış olduğu kánûnlara itáat etmesiyle rubûbiyyetini ve ulûhiyyetini ortaya koymuştur. Müfessir Fahr-i Râzî’nin beyânına göre, Fir‘avn, Elláh’ın zâtını inkâr etmiş değildir. Belki rubûbiyyetinde ve idârecilik sıfatında Elláh’a şerîk koşmuştur. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: 

وَ قَالَ فِرْعَوْنُ يَآ ايُّهَا الْمَلأُ مَا عَلِمْتُ لَكُمْ مِنْ اِلهٍ غَيْرى

 Fir‘avn, eşrâf-ı kavmine şöyle dedi: ‘Sizin için benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum.’ [62]

فَحَشَرَ فَنَادى فَقَالَ اَنَا رَبُّكُمُ اْلاَعْلى فَاَخَذَهُ الله نَكَالَ اْلاخِرَةِ وَاْلاُولى اِنَّ فى ذلِكَ لَعِبْرَةً لِمَنْ يَخْشى

 Kavmini topladı ve şöyle nidâ etti, ‘Ben sizin a‘lâ Rabbinizim’ dedi. Elláh onun ilk ve son sözlerinden dolayı onu şiddetle yakaladı. Bunda Elláh’dan korkanlar için ibret vardır.[63]

Bedîuzzamân (ra)’ın yukarıdaki cümlelerine dikkat edilse, “hâkimiyyet” ta‘bîrini kullandığı görülecektir. Hâkimiyyet ise her zamân ve her yerde yalnız ve yalnız Elláh’ın ve O’nun fermânı olan Kur’ân’ındır. Aksi takdîrde, Bedîuzzamân’ın ifâdesiyle, nemrûdculuk ve fir‘avnculuk olur. 

Ahirzamânda gelecek Süfyân ve Deccâl, halkı kendilerine ve me’mûrlarına itáat ettirdiklerinden dolayı Süfyân ve Deccâl nâmlarını almışlardır. Bu konuda Bedîuzzamân Hazretleri şöyle buyurmaktadır: 

Rivâyette vardır ki: ‘Âhirzamânda Deccâl gibi bir kısım şahıslar ulûhiyyet da‘vâ edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.’ 

Elláhu a‘lem, bunun bir te’vîli şudur ki: Nasıl ki, pâdişâhı inkâr eden bir bedevî kumândân, kendinde ve başka kumândânlarda, hâkimiyyetleri nisbetinde birer küçük pâdişâhlık tasavvur eder. Aynen öyle de, tabiıyyûn ve maddiyyûn mezhebinin başına geçen o eşhás, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nev‘í rubûbiyyet tahayyül ederler ve raıyyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubûdiyyetkârâne serfürû ettirirler, başlarını rükûa getirirler, demektir.[64]{cke_protected_20}   

Tabiıyyûn, maddiyyûn felsefesinden tevellüd eden bir cereyân-ı Nemrûdâne, gittikçe âhirzamânda felsefe-i maddiyye vâsıtasıyla intişâr ederek kuvvet bulup, ulûhiyyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir pâdişâhı tanımayan ve ordudaki zábitán ve efrâd onun askerleri olduğunu kabûl etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nev‘í pâdişâhlık ve bir gûnâ hâkimiyyet verir. Öyle de, Elláh’ı inkâr eden o cereyân efrâdları, birer küçük Nemrûd hükmünde nefislerine birer rubûbiyyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisâtı nev‘ınden müdhiş hárikalara mazhar olan Deccâl ise; daha ileri gidip, cebbârâne súrî hükûmetini bir nev‘í rubûbiyyet tasavvur edip ulûhiyyetini i‘lân eder. Bir sineğe mağlûb olan ve bir sineğin kanadını bile îcâd edemeyen áciz bir insânın ulûhiyyet da‘vâ etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu ma‘lûmdur.[65] 

Deccâl’ın şahs-ı súrîsi insân gibidir. Mağrûr, fir‘avnlaşmış, Elláh’ı unutmuş olduğundan; súrî, cebbârâne olan hâkimiyyetine, ulûhiyyet nâmını vermiş bir şeytán-ı ahmaktır ve bir insân-ı dessâstır. Fakat, şahs-ı ma‘nevîsi olan dînsizlik cereyân-ı azími, pek cesîmdir.{cke_protected_21}[66] 

İslâm hukúkuna göre ahkâm-ı dîniyye (bütün evâmir ve nevâhî-yi İlâhiyye) dört bölümde ele alınmaktadır: 

a) İbâdât. 

b) Muámelât (alış-veriş gibi). 

c) Münâkehât (evlenme ve boşanma gibi). 

d) Ukúbât (cezâ hukúku). 

Devlet-i İslâmiyyenin tatbîk ve icrâ etmekle mükellef olduğu her bir hükm-i İlâhî içinde iki hak vardır: 

Biri: Hukúkulláh; 

Diğeri: Hukúku’l-ibâddır. 

Devlet-i İslâmiyye, her iki hakkı yerine getirmekle mükelleftir. Adâlet ise, ancak ahkâm-ı İlâhiyye ile te’mîn edilebilir. Adâlet kelimesi, ekseriyyetle hukúkla ilgili ahkâmda kullanılır. Ya‘nî, “adâlet”, hukúkulláha bi-hakkın riáyet etmekle berâber hukúk-ı ibâda dahi riáyet etmektir. Buna göre, Kur’ân’ın adâleti, hukúkulláha riáyeti emretmekle berâber hukúk-ı ibâdı da görüp gözetir. Başkasının hukúkuna tecâvüz etmez, her hak sáhibine hakkını verir, haksızları da tecziye eder. Hîç kimseye zulüm yapmaz, herkesin hakkına riáyet eder. Meselâ; adam öldürme, zinâ, hırsızlık, yol kesme, fâiz, namâz kılmamak, zekât vermemek vb. suçlarda hem hukúkulláh, hem de hukúk-ı ibâd mevcûddur. Ya‘nî, hem Elláh’ın hakkına hem de kul hakkına tecâvüz vardır. Bu haklar ise ancak adâlet-i Kur’âniyye ile ve Elláh hesâbına olunca adâlet te’mîn edilebilir. Aksi takdîrde zulüm olur. Nasıl ki, cezâya müstehak olan kul; hem Elláh’ın, hem de kulun hakkına tecâvüz ettiği için iki cezâyı çeker. Elláh’ın hakkından tevbe ile, kul hakkında ise hakkında Elláh’ın cezâ hükmünün tatbîk edilmesiyle kurtulur. Hâkim de, hukúkulláhı ve hukúk-ı ibâdı muhâfaza etmek için hem Elláh’ın hükmünü tatbîk edecek, hem de o cezâyı Elláh hesâbına icrâ edecektir. Aksi takdîrde zulmetmiş olur. Zîrâ, hâkim sâdece kul hakkını muhâfaza etmekle mükellef değildir. Belki Elláh’ın hakkını da muhâfaza etmekle mükelleftir. Bu da ancak, Elláh’ın hükmünü Elláh hesâbına icrâ etmekle olur. Hâkim, Elláh’ın hükmünü tasdîk ettiği hâlde Elláh’ın hükmüyle hükmetmezse günâhkar olur. Tasdîk etmez veyâ sed çekerse, bu durumda küfrü irtikâb etmiş olur. 

Evet, ahkâm-ı İlâhiyyenin icrâ ve tatbîk edilmediği yerde hem hukúkulláha, hem de hukúku’l-ibâda zulüm vardır. Elláh hesâbına olmayınca, netîcesi hem Elláh’a karşı haddini tecâvüz, hem de kullara zulümdür. Zîrâ, ahkâm-ı İlâhiyyenin gayrısıyla hükmedenler, ifrât ve tefrîte düşerler, adâleti te’mîn edemezler. Ya‘nî, ya işlenen suçun cezâsını fazla vermekle ifrât ederler veyâ lâyık olduğu cezâyı vermemekle tefrît ederler. Her ikisi de zulümdür. Ahkâm-ı İlâhiyye ise ifrât ve tefrîtten mahfûzdur, vasat mertebesini hedef edinir ki; bu da ayn-ı adâlettir. Sâdece kul hakkı için bir cezâ icrâ olunsa, o nefsânî olur ve bu bir nev‘í şirktir. Şirk de en büyük fitne ve zulümdür. Onun için, Bedîuzzamân (ra) “Hutbe-i Şâmiyye” adlı eserinde açıkca adâlet-i İlâhiyye nâmına ve hakáik-ı İslâmiyye dâiresinde mahkemeler açmak zarûretini emrediyor; aksi takdîrde anarşistlere, Ye’cûc ve Me’cûc’lere teslîm-i silâh edileceğini beyân ediyor. 

Evet, millet-i İslâmiyyenin sebeb-i saádeti, yalnız ve yalnız hakáik-ı İslâmiyye ile olabilir. Ve hayât-ı ictimâıyyesi ve saádet-i dünyeviyyesi, şerîat-ı İslâmiyye ile olabilir. Yoksa adâlet mahvolur. Emniyyet zîr u zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakíkatı isbât edecek binler hüccetten bir küçük nümûne olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum: 

Bir zamân bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakíkat bir zâtın evine misâfir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhâfazasına ehemmiyyet vermiyorlar. Hattâ, ev sáhibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misâfir, háne sáhibine dedi: ‘Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?’ 

Háne sáhibi dedi: ‘Bizde hırsızlık olmaz.’ 

Misâfir dedi: ‘Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz hâlde çok def‘alar hırsızlık oluyor.’ 

Háne sáhibi demiş: ‘Biz emr-i İlâhî nâmına ve adâlet-i şer‘ıyye hesâbına hırsızın elini kesiyoruz.’ 

Misâfir dedi: ‘Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.’ 

Háne sáhibi dedi: ‘Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.’ 

Misâfir taaccüb etti, dedi ki: ‘Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adâletinizin yüzde biri kadar te’sîri olmuyor.’ 

Háne sáhibi dedi: ‘Siz büyük bir hakíkatten ve acîb ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adâletin hakíkatını kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriyye yerine adâlet perdesi altında garazlar, zálimâne ve tarafgîrâne cereyânlar müdâhale eder, hükümlerin te’sîrini kırar. O hakíkatın sırrı budur: 

“ ‘Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada, hadd-i şer‘ínin icrâsını tahattur eder. Arş-ı İlâhî’den nâzil olan emir hátırına gelir. Îmânın hássası ile, kalbin kulağı ile, kelâm-ı ezelîden gelen ve ‘hırsız elinin i‘dâmına’ hükmeden

اَسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا اَيْدِيَهُمَا âyetini hissedip işitir gibi îmân ve i‘tikádı heyecâna ve hissiyyât-ı ulviyyesi harekete gelir. Rûhun etrâfından, vicdânın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücûm gibi bir hâlet-i rûhiyye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki ma‘nevî kuvveleri -akıl, kalb ve vicdân- birden o hisse, o hevese hücûm eder. Hadd-i şer‘íyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdânî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.’

Evet, îmân kalbde, kafada dâimî bir ma‘nevî yasakçı bıraktığından, fenâ meyelânlar histen, nefisten çıktıkça, ‘Yasaktır!’ der, tard eder, kaçırır. Evet, insânın fiilleri kalbin, hissin temâyülâtından çıkar. O temâyülât, rûhun ihtisâsâtından ve ihtiyâcâtından gelir. Rûh ise, îmân nûru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha, kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûb etmez.

“ Elhâsıl: Hadd ve cezâ, emr-i İlâhî ve adâlet-i Rabbâniyye nâmına icrâ edildiği vakit hem rûh, hem akıl, hem vicdân, hem insâniyyetin mâhiyyetindeki latífeleri müteessir ve alâkadâr olurlar. İşte bu ma‘nâ içindir ki, elli senede bir cezâ, sizin her gün müteaddid hapsinizden ziyâde bize fâide veriyor. Sizin adâlet nâmı altındaki cezâlarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü, biriniz hırsızlığa niyyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı ve menfaatı hesâbına cezâya çarpılmak vehmi gelir. Yâhúd, insânlar eğer bilseler ona fenâ nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimâli hátırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür hisseder. Hâlbuki, nefis ve hissinden çıkan -husúsan ihtiyâcı da varsa- kuvvetli bir meyelân galebe eder. Daha o fenâlıktan vaz geçmek için o cezânız fayda vermiyor. Hem de, emr-i İlâhî ile olmadığından, o cezâlar da adâlet değil. Abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakíkí adâlet ve te’sîrli cezâ odur ki: Elláh’ın emri nâmıyla olsun. Yoksa, te’sîri yüzden bire iner.’ 

İşte, bu cüz’î sirkat mes’elesine, sâir küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiyye kıyâs edilsin. Tâ anlaşılsın ki: Saádet-i beşeriyye dünyâda adâlet ile olabilir. Adâlet ise doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir... (Hikâyenin hulâsası bitti.) 

Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiyye nâmına ve hakáik-ı İslâmiyye dâiresinde mahkemeler açmazsa, maddî ve ma‘nevî kıyâmetler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cûc ve Me’cûc’lere teslîm-i silâh edecekler, diye kalbe ihtár edildi.[67] 

Bu münâsebetle, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin Demokratlara göndermiş olduğu mektûbları, o gizli örgütün te’sîrâtı altında kalarak te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip kendi siyâsî propagandalarına delîl olarak gösterenler ve Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerini siyâsetçi gibi kabûl edenler, kat‘í olarak Bedîuzzamân Hazretlerine büyük bir iftirâda bulunduklarını bilsinler. 

METİN 

Şimdi, Adnan Menderes gibi, İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz diye ve mezkûr iki kánûn-i esâsiyyeye karşı muhálefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyân, gáyet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdâhalesine yol açmak vaz‘ıyyetinde hücûm etmek ihtimâli kuvvetlidir. 

Birisi, Birinci Kánûn-i Esâsîye muhálif olarak, bir cânî yüzünden kırk ma‘súmu kesmiş; bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdâd-ı mutlak, her nefsin zevkıne geçecek me’mûriyyete bir hâkimiyyet súretinde rüşvet vererek, dîndâr hürriyyet-perverlere hücûm ediliyor. 

İkinci hücûm da, İslâmiyyet milliyyet-i kudsiyyesini bırakıp -evvelki gibi- bir cânî yüzünden yüz ma‘súmun hakkını çiğneyebilen, záhiren bir milliyyetçilik ve hakíkatte ırkçılık damariyle, hem hürriyyetperver, dîndâr Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sâir unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bî-çâre Türkler aleyhine, hem Demokratın ta‘kíb ettiği siyâset aleyhine çalışarak ve serseri ve enâniyyetli nefislere gáyet zevkli bir rüşvet olarak, bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin def‘a daha ziyâde hakíkí kardeşleri düşmânlığa çevirmek gibi acîb tehlikeyi, o sarhóşluğuyla hissedemiyor.

Meselâ: İslâmiyyet milliyyeti ile dört yüz milyon hakíkí kardeşin, her gün

اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ duá-yı umûmîsi ile ma‘nevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübârek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübâlîlere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike; hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dîndâr Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakíkí Türk değillerdir. Necîb Türkler, böyle hatádan çekinirler. Bu iki táife her şeyden istifâdeye çalışıp, dîndâr Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırdıkları, meydândaki âsâr ile tahakkuk ediyor. 

Bu acîb tahrîbâta ve bu iki kuvvetli muárızlara karşı, kırk Sahâbe ile dünyânın kırk devletine karşı meydân-ı muárazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakíkat-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saádet-i ebediyyenin zevklerine o câzibedâr hakíkatla berâber nokta-i istinâd yapmak, o mezkûr muárızlarınıza ve hem dâhıl ve háricdeki düşmânlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarûrî bir çâre-i yegânedir. 

ŞERH VE ÎZÁHI 

(Şimdi, Adnan Menderes) ve onun siyâset arkadaşları (gibi) iktidâr mensûbları, (İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz diye) millete söz verdiler. 

Demokrat Parti mensûbları, “İslâmiyyet ve dîne hizmet edeceğiz” dediler; ama maalesef, Kur’ân’ı hayât nizámı olarak kabûl ve icrâ etmediler. 

Metinde geçen “İslâmiyyet” ta‘bîri; devletin tatbîk ve icrâsına tarafdâr olması lâzım gelen başta şeáir-i İslâmiyye olmak üzere ahkâm-ı İlâhiyyedir. “Dîn” ise İlâhî kánûnlar manzúmesidir. Demokratlar, “İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz, şeáir-i İslâmiyyeyi ihyâ edeceğiz” dediler. Ama, ne ahkâm-ı İlâhiyyeyi icrâ, ne de şeáir-i İslâmiyyeyi ihyâ ettiler. Demokratlar söz verip yapmadılar (ve) diğer iki parti de, ya‘nî Halk Partisi ile Millet Partisi (mezkûr iki kánûn-i esâsiyyeye karşı muhálefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyân, gáyet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdâhalesine yol açmak vaz‘ıyyetinde hücûm etmek ihtimâli kuvvetlidir.) 

Bedîuzzamân (ra), Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: 

Halk Partisi,

“ سَيّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ sırrıyla, me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil” esâsına dayanmadığı için, me’mûrlara kánûnlar perdesi altında bir rüşvet-i umûmiyyeyi vermekle onları nemrûdcuklar hâline getirmiş. 

Millet Partisi ise;

وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى âyet-i kerîmesinin hakíkatına dayanmayıp ırkçılığı ve particiliği esâs tuttuğu için; adâleti, emniyyeti ve âsâyişi te’mîn edememiştir.

Sen, bu iki partinin istinâd ettikleri bâtıl esâslara mukábil, mezkûr İslâmî iki esâsa tâbi‘ ol! Ya‘nî, hayâtın her kesiminde hakáik-ı İslâmiyyeyi hâkim kıl; ırkçılık ve particilik yerine uhuvvet-i İslâmiyyeyi ve esâs İslâmiyyet milliyyetini temel tut. Böylece hem nemrûdculuktan kurtulursunuz; hem adâlet, emniyyet ve âsâyişi te’mîn edersiniz; hem onların gelecek iki hücûmundan emîn olursunuz; hem de devleti parçalanmaktan kurtarırsınız. Maalesef, onlar bu tavsiyelere uymadılar.

 (Birisi, Birinci Kánûn-i Esâsîye) ya‘nî

 وَلاَتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرىesâsına (muhálif olarak, bir cânî yüzünden kırk ma‘súmu kesmiş; bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdâd-ı mutlak, her nefsin zevkıne geçecek me’mûriyyete bir hâkimiyyet súretinde rüşvet vererek, dîndâr hürriyyet-perverlere hücûm ediliyor. 

İkinci hücûm da, ) سَيّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ esâsına muhálif olarak (İslâmiyyet milliyyet-i kudsiyyesini bırakıp       -evvelki gibi- bir cânî yüzünden yüz ma‘súmun hakkını çiğneyebilen, záhiren bir milliyyetçilik ve hakíkatte ırkçılık damariyle, hem hürriyyetperver, dîndâr Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sâir unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bî-çâre Türkler aleyhine, hem Demokratın ta‘kíb ettiği siyâset aleyhine çalışarak ve serseri ve enâniyyetli nefislere gáyet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin def‘a daha ziyâde hakíkí kardeşleri düşmânlığa çevirmek gibi acîb tehlikeyi, o sarhóşluğuyla hissedemiyor. 

Meselâ: İslâmiyyet milliyyeti ile dört yüz milyon) şimdi ise takrîben bir buçuk milyar (hakíkí kardeşin, her gün

اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ duá-yı umûmîsi ile ma‘nevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübârek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübâlîlere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike; hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dîndâr Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakíkí Türk değillerdir. Necîb Türkler, böyle hatádan çekinirler. Bu iki táife) Halk Partisi ile Millet Partisi (her şeyden istifâdeye çalışıp, dîndâr Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırdıkları,) gizli bir zındıka komitesi tarafından çalıştırıldıkları (meydândaki âsâr ile tahakkuk ediyor. 

Bu acîb tahrîbâta ve bu iki kuvvetli muárızlara karşı, kırk Sahâbe ile dünyânın kırk devletine karşı meydân-ı muárazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakíkat-ı Kur’âniyyenin) altı erkân-ı îmâniyye, beş esâsât-ı İslâmiyye ve sâir ahkâm-ı şer‘ıyyenin (sarsılmaz kuvvetine dayanmak) hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmak (ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saádet-i ebediyyenin zevklerine o câzibedâr hakíkatla berâber nokta-i istinâd yapmak, ) Halk Partisinin ma‘nâ-yı ismîyle bir me’mûriyyeti, Millet Partisinin ise particilik ve ırkçılığı câzibedâr göstermesine mukábil; ahkâm-ı İlâhiyyenin, erkân-ı îmâniyyenin ve esâsât ve şeáir-i İslâmiyyenin dünyevî ve uhrevî câzibedâr zevklerine dayanmak; (o mezkûr muárızlarınıza ve hem dâhıl ve háricdeki düşmânlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarûrî bir çâre-i yegânedir.) 

Bedîuzzamân (ra) Demokrat Parti mensûblarına ma‘nen diyor ki: 

Eğer “İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz” da‘vâsında sádık iseniz, hakáik-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanınız ve ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılınız! Kırk sahâbe, maddeten ve ma‘nen Kur’ân’a dayandığı için kırk devlete galebe etti. Ya‘nî, o zevât-ı áliyye, Kur’ân’ın, şahsí ve ictimâí, dünyevî ve uhrevî emirlerine dayandıkları için düşmânlarına, ya‘nî dâhıldeki münâfıklara ve háricdeki kırk devlete galebe ettiler. Siz de hem dünyevî, hem de uhrevî evâmir-i Kur’âniyyeye, ya‘nî Kur’ân’ın şahsí ve ictimâí, idârî ve hukúkî emirlerine istinâd ederseniz; İttihâd-ı İslâmı te’mîn etmekle hem bütün Müslümânları yanınızda bulursunuz, hem de dâhılî ve háricî düşmânlarınıza galebe edersiniz. Bu husústa size de Kur’ân’ın vaadi ve müjdesi vardır. Vâ esefâ, Demokratlar, sahâbeyi taklîd etmediler. Düşmânları olan ecnebîleri taklîd ettiler. Kur’ân’ın ahkâmına değil, ecnebî kánûnlara istinâd ettiklerinden, dâhılî ve háricî düşmânlarına karşı mağlûb düştüler. Şu ânda mevcûd olan saádetsizlik ve keşmekeşliğin sebebi de, evâmir-i Kur’âniyyenin icrâ ve tatbîk edilmemesidir. 

Bedîuzzamân (ra) bu cümleleri ile -hâşâ- Demokratları takdîr değil, belki onları, doğrudan doğruya ahkâm-ı İlâhiyyenin icrâsına da‘vet etmiştir. Ancak, o gizli zındıka komitesi, yanlış te’vîllerle -hâşâ- Bedîuzzamân Hazretlerini siyâset ve demokrasi tarafdârı olarak gösteriyor. Bedîuzzamân Hazretlerinin hayâtı ve eserleri meydândadır. Hâşâ, o zât, Demokratları ve Adnan Menderes’i desteklememiştir, böyle diyenler Üstâd Hazretlerine iftirâda bulunuyorlar. 

METİN 

Yoksa, o insáfsız dâhılî ve háricî düşmânlarınız, sizin bir cinâyetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinâyetlerini ilâve ederek, başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfî edilmeyecek bir tehlike olur. Cenâb-ı Hak, sizleri, İslâmiyyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhâfaza eylesin diye, ben ve nûrcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakíkatı kabûl etmenize mukábil duá etmeye karâr vereceğiz. 

Üçüncüsü: İslâmiyyetin hayât-ı ictimâıyyeye dâir bir kánûn-i esâsîsi dahi bu Hadîs-i Şerîfin,

اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakíkatıdır.

Ya‘nî; háricdeki düşmânların tecâvüzlerine karşı, dâhıldeki adâveti unutmak ve tam tesânüd etmektir. Hattâ, en bedevî táifeler dahi bu kánûn-i esâsînin menfaatini anlamışlar ki; háricdeki bir düşmân çıktığı vakit, o táife biribirinin babasını, kardeşini öldürdükleri hâlde; o dâhıldeki düşmânlığı unutup, háricdeki düşmân def‘ oluncaya kadar tesânüd ettikleri hâlde; binler teessüflerle deriz ki; benlikten, hódfürûşluktan,  gurûrdan ve gaddâr siyâsetten gelen dâhıldeki tarafgîrâne fikriyle kendi tarafına Şeytán yardım etse rahmet okutacak, muhálifine melek yardım etse la‘net edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sálih álim, fikr-i siyâsîsine muhálif bir büyük sálih álimi tekfîr derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdâr olduğu için harâretle senâ ettiğini gördüm ve Şeytán’dan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyâseti terk ettim. 

ŞERH VE ÎZÁHI 

(Yoksa, o insáfsız dâhılî ve háricî düşmânlarınız, sizin bir cinâyetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinâyetlerini ilâve ederek, başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler.) Ve yüklediler. 

 (Hem size, hem vatana, hem millete) dîne (telâfî edilmeyecek bir tehlike olur.) Ve oldu ve daha da olacaktır. (Cenâb-ı Hak, sizleri, İslâmiyyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhâfaza eylesin diye, ben ve nûrcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakíkatı kabûl etmenize mukábil duá etmeye karâr vereceğiz.) 

Bu cümlede geçen “İslâmiyyet”ten murâd; Kur’ân’ın maddî ve ma‘nevî saádete medâr olan ahkâm ve düstûrlarının tatbîk ve icrâsına tarafdâr olmaktır. Metinde geçen “mezkûr hakíkat” ta‘bîri ise; Kur’ân’ın îmânî ve ictimâí ahkâmının tatbîk ve icrâsıdır. “İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz” cümlesinde geçen “İslâmiyyetin ve dînin îcâbları”ndan murâd ise, erkân-ı îmâniyye, esâsât-ı İslâmiyye, ahkâm-ı şer‘ıyye ve şeáir-i İslâmiyyedir. 

Bedîuzzamân (ra), ba‘zılarının iddia ettikleri gibi; Demokrat Parti mensûblarına duá etmemiştir. Belki, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakíkati, ya‘nî “hakíkat-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak, hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmak, Risâle-i Nûr’u serbest etmek ve Kur’ân ve Hadîsle berâber maárife koymak, Ayasofya Câmiini açmak, devleti particilik ve menfî milliyyetçilikten kurtarmak, devletin ismini değiştirmek” gibi tavsiyeleri kabûl etmek ve yerine getirmek şartıyla duá etmeye karâr vereceklerini bildirmiştir. Hem mezkûr şartları kabûl ederlerse, İslâmiyyet lehindeki hizmetlerinde muvaffak olmaları için duá etmeye karâr vereceklerini beyân etmiştir. Kayıtsız şartsız duá edeceklerini bildirmemiştir. 

Onlar ise mezkûr şartları yerine getirmediklerinden, meşrût da vücûd bulmadı. Ya‘nî, onlar İslâmiyyet lehinde hizmet etmediler, Üstâd Hazretlerinin emir buyurduğu Kur’ânî düstûrları tatbîk etmedilermezkûr hakáikı kabûl etmediler, devlet idâresinde ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmadılar, particilikten, menfî milliyyetçilikten ve beşerî kánûnlardan vaz geçmediler. Üstelik solcular hakkındaki serbestiyyet kánûnunu ta‘cîl ettiler; Koruma Kánûnunu çıkardılar ve Yahûdî Devletini ilk tanıyanlardan oldular. Bu sebeble kendilerine duá edilmedi. Çünkü, duá mezkûr şartlara bağlıydı. O şartlar yerine gelmeyince duá da edilmedi. Dolayısıyla, tehlikelerden mahfûz kalamadılar. 

Şu gerçek unutulmamalıdır: Bir peygamberden veyâ bir álim tarafından teblîğ yapılmadıkça bir kavme belâ gelmez. Onlar Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin sarîh bir şekilde yaptığı teblîğini dinlemedikleri için tokat yediler, belâya dûçâr olup zarar gördüler. 

 (Üçüncüsü: İslâmiyyetin hayât-ı ictimâıyyeye dâir bir kánûn-i esâsîsi dahi bu Hadîs-i Şerîfin

اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakíkatıdır. Ya‘nî; háricdeki düşmânların tecâvüzlerine karşı, dâhıldeki adâveti unutmak ve tam tesânüd etmektir. Hattâ, en bedevî táifeler dahi bu kánûn-i esâsînin menfaatini anlamışlar ki; háricdeki bir düşmân çıktığı vakit, o táife biribirinin babasını, kardeşini öldürdükleri hâlde; o dâhıldeki düşmânlığı unutup, háricdeki düşmân def‘ oluncaya kadar tesânüd ettikleri hâlde; binler teessüflerle deriz ki; benlikten, hódfürûşluktan, gurûrdan ve gaddâr siyâsetten gelen dâhıldeki tarafgîrâne fikriyle kendi tarafına Şeytán yardım etse rahmet okutacak, muhálifine melek yardım etse la‘net edecek gibi hâdisâtlar görünüyor.) İşte particiliğin şe’ni budur. (Hattâ, bir sálih álim, fikr-i siyâsîsine muhálif bir büyük sálih álimi tekfîr derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdâr olduğu için harâretle senâ ettiğini gördüm ve Şeytán’dan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyâseti) âfâkí mes’elelerle meşgúl olmayı (terk ettim.)   

Bedîuzzamân Hazretleri, eskiden siyâset-i İslâmiyyeyi ta‘kíb ederdi. Hayâtın her safhasında Kur’ân’ın hâkim olması için eskiden siyâset-i İslâmiyye ile bir mikdâr uğraşmış, ancak bu zamânda bu yolla hizmet edilemeyeceğini ve netîcesinin de meşkûk olduğunu anlayınca bundan vaz‘ geçmiştir. Yoksa, Bedîuzzamân (ra), -hâşâ bin def‘a hâşâ- Avrupa’dan gelen bir fikr-i siyâsete hizmet etmemiştir ve tarafdâr olmamıştır. Çünkü, bugünkü siyâsetin iplerinin, ecnebîlerin elinde olduğunu ifâde etmiştir. Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, “Şeytándan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyâseti terk ettim” dediği hâlde; o zâtı Demokrat Parti tarafdârı göstermek, büyük bir iftirâdır. 

Bedîuzzamân (ra), Adnan Menderes’e ma‘nen diyor ki: Ben partici değilim. Çünkü, İslâmiyyete göre particilik harâmdır. Belki ben, îmân ve Kur’ân mübelliğiyim. Mü’minler îmân cihetinde biribirlerinin kardeşidir. Tefrîkaya ve hizibleşmeye sebeb olan siyâsî particiliğin ve menfî ırkçılığın dînde yeri yoktur. Öyle ise sen de particiliği bırak; adâlet-i Kur’âniyyeye sarıl, uhuvvet-i İslâmiyye ile mü’minleri birleştir ve bununla düşmânlarına galebe et! 

METİN 

Hem şimdi birisi; hem Ramazán-ı Şerîfe, hem şeáir-i İslâmiyyeye, hem bu dîndâr millete büyük bir cinâyeti yaptığı vakit, muháliflerinin, onun o vaz‘ıyyeti hóşlarına gittiği görüldü. Hâlbuki, küfre rızá küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rızá da fıskdır, zulümdür, dalâlettir. 

Bu acîb hâlin sırrını gördüm ki; kendilerini, millet nazarında ettikleri cinâyetlerinden ma‘zûr göstermek damariyle; muháliflerini, kendilerinden daha dînsiz, daha cânî görmek ve göstermek istiyorlar. 

ŞERH VE ÎZÁHI 

(Hem şimdi birisi; hem Ramazán-ı Şerîfe, hem Şeáir-i İslâmiyyeye, hem bu dîndâr millete büyük bir cinâyeti yaptığı vakit, muháliflerinin, onun o vaz‘ıyyeti hóşlarına gittiği görüldü. Hâlbuki, küfre rızá küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rızá da fıskdır, zulümdür, dalâlettir.) 

Demokrat Partiye muhálif bir parti mensûbunun Ramazán-ı Şerîfe, hem Şeáir-i İslâmiyyeye, hem de bu dîndâr millete yaptığı cinâyeti; bir kısım Demokratlar, o menfî hareket kendilerine oy kazandıracak, diğer partinin oylarını düşürecek diye hóş karşıladılar. Demokratlar, iktidârda olmaları sebebiyle o adama engel olmaları ve bu nev‘í küfür ve ma‘sıyyeti yasaklamaları lâzım gelirken, onun küfrüne ve dalâletine rızá gösterdiler. “İyi ki böyle küfür ve dalâletini i‘lân etti ki, onun bu hâli halkın bize teveccüh etmesine vesîle oldu, bu hâl bize oy kazandırdı, muhálif tarafın da oy kaybetmesine sebeb oldu” dediler. 

Evet, Demokratlar, iktidârda oldukları ve hâkim durumunda bulundukları için ahkâm-ı İlâhiyyeyi icrâ etmeleri ve Kur’ân’a muhálif hareket edenlere üzülüp, o nev‘í hareketleri yasaklamaları gerekirken; bu durum hóşlarına gidiyor. “Onların dîn-i İslâm’a muhálif hareketleri teşhîr edilsin ki, onlar halkın nazar-ı i‘tibârından düşsünler, halk tarafından küfürleri bilinsin ve bizim dîndârlığımız tebeyyün etmiş olsun; böylece onların bu hâli bize halkın oylarını kazandırsın” diye düşünüyorlar. Oy kazanmak için muháliflerinin küfrüne, dalâletine, fıskına ve zulmüne rızá gösteriyorlar; onların sözlerini teşhîr, küfürlerini neşrediyorlar. Hâlbuki, küfre rızá küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rızá da dalâlettir, fıskdır, zulümdür. 

Bedîuzzamân (ra), Adnan Menderes’e diyor ki: Siz beşerî kánûnlar, particilik ve ırkçılıkla zulmediyorsunuz; hukúkulláha ve hukúku’l-ibâda tecâvüz ediyorsunuz. Eğer ben size tarafdâr olsam; zulmünüze, dalâletinize, fıskınıza ortak olmuş olurum. Bu sebeble, eğer bu hâliniz üzere devâm ederseniz, biz size duá etmeyeceğiz. Ancak beşerî kánûnları, ırkçılığı ve particiliği terk edip hakáik-ı Kur’âniyyeye dayanırsanız; İslâmiyyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak olmanız için size duá ederiz. 

(Bu acîb hâlin sırrını gördüm ki; kendilerini, millet nazarında ettikleri cinâyetlerinden ma‘zûr göstermek damariyle; muháliflerini, kendilerinden daha dînsiz, daha cânî görmek ve göstermek istiyorlar.) Hattâ biribirlerini küfürle ithâm ediyorlar. Demokrat Partinin de ba‘zı cinâyetleri, kusúrları ve şerîata muhálif hareketleri mevcûddur. Halk, bunlardan rahatsız oluyor. Demokratlar, kendi cinâyet ve kusúrlarını örtmek ve millet nazarında kendilerini ma‘zûr göstermek için, muháliflerinin küfür ve cinâyetlerini neşrediyorlar. Bununla, muháliflerini daha cânî, daha zálim göstermek istiyorlar. Tâ ki, kendi zulüm, fısk ve dalâletlerini saklasınlar. 

Siz bize râzı olmuyorsunuz, bu hâlimizi takdîr etmiyorsunuz. Ancak, diğer partiler daha berbâddırlar, daha dînsizdirler; iktidâra gelince daha çok zulüm ve cinâyet işleyecekler” deyip kendilerini ma‘zûr gösteriyorlar ve bununla daha çok oy toplamak istiyorlar. Kur’ân’ı hâkim kılıp, şerîata muhálif söz ve hareketleri yasaklamaları gerekirken; daha az cinâyet işledikleri için, halkın kendilerinden râzı olmalarını istiyorlar. 

Hâlbuki, Elláh’ın emri bu değildir. Elláh, onlardan ahkâm-ı İlâhiyyeyi icrâ etmelerini; küfür, dalâlet ve ma‘siyyeti yasaklamalarını; adâlet-i Kur’âniyye’yi te’mîn etmelerini ve kardeş olmalarını emrediyor. Bir partinin kendi kusúrlarını örtmesi ve partisine oy kazandırması için diğer parti mensûblarının küfür ve dalâletlerini revâca vermesi küfürdür, dalâlettir. Demokrat Parti iktidârda olduğundan, hem kendisinin, hem de muháliflerinin Kur’ân’a muhálif söz ve hareketlerini setredip izâle etmesi lâzım gelirken; böyle yapmayıp, oy toplamak için muháliflerinin küfür ve dalâletlerini nazara veriyorlar. 

Kur’ân-ı Azímü’ş-şân, fuhşiyyâtın ve münkerâtın açığa çıkarılmaması gerektiği husúsunda şöyle ferman buyurmaktadır: 

اِنَّ الَّذينَ يُحِبُّونَ اَنْ تَشيعَ الْفَاحِشَةُ فِى الَّذينَ امَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ فِى الدُّنْيَا وَاْلاخِرَةِ وَالله يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لاَتَعْلَمُونَ

Şu kimseler ki, onlar mü’minler hakkında kötü şeyleri ve zinâ gibi herkesin nefret edeceği kötü ahlâkı halk arasında neşredip dağıtmayı severler. Onlar için dünyâda hadd-i şer‘í ve âhirette Cehennem azâbı vardır ki; gerek dünyâ, gerek âhirette azâbları elem vericidir. Elláh bilir, siz bilmezsiniz.[68] 

لاَيُحِبُّ الله الْجَهْرَ بِالسُّوءِ مِنَ الْقَوْلِ Elláhu Teálâ, kötü işi izhâr ve ifşâ etmeye ve sözün çirkin olanını yüksek sesle söylemeye râzı olmaz.[69] 

METİN 

İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların netîceleri pek tehlikeli olduğu gibi, ictimâí ahlâkı da zîr u zeber edip, bu vatan ve millete ve hâkimiyyet-i İslâmiyyeye büyük bir sû-i kasd hükmündedir. 

Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esâsiyyeyi şimdilik dîndâr hürriyyetperverlere beyân etmekle iktifâ ediyorum. Adnan Menderes’e gönderilmek niyyetiyle evvelce yazılan ictimâí hayâtımıza áid bir hakíkatın hâşiyesini takdîm ediyoruz: 

Hâşiye: Eskilerin lüzûmsuz keyfî kánûnları ve sû-i isti‘mâlleri netîcesiyle, belki de tahrîkleriyle zuhûr eden Ticânî mes’elesini dîndâr Demokratlara yüklememek ve Álem-i İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çâre-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: 

Ezân-ı Muhammedî (asm)’ın neşriyle, Demokratlar, on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devâm eden vaz‘ıyyet-i kudsiyyesine çevirmek ve hâlen İslâmda çok hüsn-i te’sîr yapan ve bu vatan ahálisine Álem-i İslâmın hüsn-i teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de berâetine karâr verdikleri Risâle-i Nûr’un resmen serbestîsini dîndâr Demokratlar i‘lân etmeli ve bu yaraya bir nev‘í merhem vurmalıdırlar. O vakit Álem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zálimâne kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. 

Dîndâr Demokratlar, husúsan Adnan Menderes gibi zâtların hátırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyâsete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.[70] 

ŞERH VE ÎZÁHI 

 (İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların netîceleri pek tehlikeli olduğu gibi, ictimâí ahlâkı da zîr u zeber edip, bu vatan ve millete) dîne (ve hâkimiyyet-i İslâmiyyeye büyük bir sû-i kasd hükmündedir.) Demokratlar, İslâmiyyeti neşretmeleri gerekirken; muháliflerinin küfür, dalâlet, fısk ve cinâyetlerini neşrediyorlar. Bununla da ahlâkı zîr u zeber ediyorlar ve ettiler. 

Onun için Bedîuzzamân (ra), Adnan Menderes’e diyor ki: Kur’ân’ı hâkim etmezseniz devlet de gider, vatan da gider, İslâmiyyet de gider; anarşistlere, Ye’cûc ve Me’cûc’lere teslîm-i silâh edersiniz! 

(Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esâsiyyeyi şimdilik dîndâr hürriyyetperverlere beyân etmekle iktifâ ediyorum. Adnan Menderes’e gönderilmek niyyetiyle evvelce yazılan ictimâí hayâtımıza áid bir hakíkatın hâşiyesini takdîm ediyoruz: 

 Hâşiye: Eskilerin lüzûmsuz keyfî kánûnları ve sû-i isti‘mâlleri netîcesiyle, belki de tahrîkleriyle zuhûr eden Ticânî mes’elesini dîndâr Demokratlara yüklememek ve Álem-i İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çâre-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Ezân-ı Muhammedî (asm)’ın neşriyle, Demokratlar, on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devâm eden vaz‘ıyyet-i kudsiyyesine çevirmek ve hâlen İslâmda çok hüsn-i te’sîr yapan ve bu vatan ahálisine Álem-i İslâmın hüsn-i teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de berâetine karâr verdikleri Risâle-i Nûr’un resmen serbestîsini dîndâr Demokratlar i‘lân etmeli ve bu yaraya bir nev‘í merhem vurmalıdırlar.) 

Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, Demokratlara, Ayasofya’yı açmalarını ve Risâle-i Nûr’u serbest etmelerini ve maárife sokmalarını istiyor(O vakit Álem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zálimâne kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim.) 

Onlara diyor ki: Eğer mektûbun başından buraya kadar mezkûr şartları yerine getirirseniz; ya‘nî: 

1) Hakáik-ı İslâmiyye ve hukúkulláh olan bütün ahkâm-ı İlâhiyyeyi devlet idâresine ve mahkemelere yerleştirirseniz; 

2) Menfî milliyyeti kaldırırsanız; ve devlete, ırkçılığı ifâde etmeyen ve bütün Müslümânları kucaklayacak İslâmî bir isim verir ve diğer ırklara haklarını vermekle adâleti te’mîn ederseniz; 

3) Particiliği bırakırsanız; 

4) Ayasofya Câmiini açarsanız; 

            5) Risâle-i Nûr’u resmen serbest edip maárife koyarsanız; 

6) Kur’ân’a dayanırsanız; dâhılî ve háricî düşmânlarınıza karşı galebe edersiniz. 

 (Dîndâr Demokratlar, husúsan Adnan Menderes gibi zâtların hátırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyâsete) ahkâm-ı İlâhiyyenin teblîği için siyâsî mes’elelere (bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.) 

Gizli bir zındıka komitesi, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin cümlelerini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl ederek Müslümânlar arasında neşretmektedir. Bir kısım Müslümânlar ise bu fâsid te’vîlleri bilerek veyâ bilmeyerek siyâsî propagandalarına âlet ediyorlar, o gizli komitenin fikirlerine kapılıyorlar. Bu gibi insânlar, gelecek Ehâdîs-i Nebeviyyenin tehdîdât-ı azímesinden korkmalıdırlar. Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz şöyle buyuruyor: 

Âgâh olunuz ki, benim ümmetimden bir çok kimse getirilip sol tarafa (Cehennem’e) sevk olunurlar. ‘Yâ Râb! Bunlar benim ümmetimdir, merhamet et derim. ‘Bunların senden sonra neler işlediklerini sen bilmezsin. Onlar, kendilerinden ayrıldığın günden i‘tibâren arkalarına dönerek, irtidâdlarında devâm etmiş bulunuyorlar’ denir. 

Dikkat edin! Ba‘zı kimseler benim havzıma yaklaştırılmayacaklardır. ‘Haydi gelin!’diye çağıracağım. ‘Onlar senden sonra dînini değiştirdiler’ denilecektir. Ben de, ‘Yazık onlara diyeceğim. 

Sonra havzıma, benim onları tanıdığım, onların da beni tanıdığı bir takım kavimler gelecektir. Sonra onlarla benim arama girilir, havza yaklaşmalarına engel olunur. Ben, ‘Onlar benim ümmetimdir’ diyeceğim. ‘Onların senden sonra neler yaptığını sen bilmezsin denilecek. Ben de, ‘Benden sonra dîni değiştirenler helâk olsun diyeceğim. 

Ben mahşer meydânında durmakta iken, bir grup insân görünüverdi. Ben onları tanıyıncabenimle o grup arasında bir adam çıktı ve, ‘Haydi geliniz’, dedi. Ben, ‘Bunları nereye götürüyorsun?’ diye sordum. ‘Vallâhi Cehennem’e diye cevâb verdi. Bunların suçu ne?’ diye sordumOnlar senden sonra dîni tahrîf ettiler, dînden uzaklaştılar’ cevâbını verdi.[71] 

Cenâb-ı Hak, böyle dehşetli bir vaz‘ıyyete düşmekten cümlemizi muhâfaza buyursun!


(Kaynak: Reddü'l-Evhâm, s. 405-483)

 



[1] Âl-i Imrân Sûresi, 3:95.

[2] En‘ám Sûresi, 6:161.

[3] Nisâ Sûresi, 4:43.

[4] İşârâtü’l-İ‘câz, s. 84.

[5] Câsiye Sûresi, 45:18.

[6] Mâide Sûresi, 5:48.

[7]{cke_protected_22} Şuá‘lar, 14. Şuá‘, s. 279.

[8] Şûrâ Sûresi, 42:38.

[9] Âl-i Imrân Sûresi, 3:159.

[10] Münâzarât, s. 32.

[11] Hutbe-i Şâmiyye, s. 79.

[12] Age.

[13]{cke_protected_23} Emirdağ Lâhikası, s. 529.

[14] Arabî İşârâtü’l-İ‘câz, s. 63.

[15] Mektûbât, 9. Mektûb, Râbian, s. 33.

[16] Emirdağ Lâhikası, s. 202-204.

[17]{cke_protected_24} Hutbe-i Şâmiyye, s. 75.

[18] Târîhçe-i Hayât, s. 64.

[19] Age.

[20]{cke_protected_25} Müdâfaalar, s. 116.

[21] Şuá‘lar, 14. Şuá‘, s. 378.

[22] İşârâtü’l-İ‘câz, s. 84.

[23] Emirdağ Lâhikası, s. 434.

[24] Vâkıa Sûresi, 56:41.

[25] Vâkıa Sûresi, 56:27.

[26] Necm Sûresi, 53:32.

[27] Buhárî, c. 13, s. 112; Müslim, c. 3, s. 1456; Nesâî, c. 8, s. 224.

[28] Hucurât Sûresi, 49:10.

[29] Emirdağ Lâhikası, s. 13-16.

[30] Mâide Sûresi, 5:50.

[31] Hutbe-i Şâmiyye, s. 64.

[32] Âl-i Imrân Sûresi, 3:95.

[33] Hutbe-i Şâmiyye, s. 93.

[34] Münâzarât, s. 21.

[35] Hutbe-i Şâmiyye, s. 61-62.

[38]{cke_protected_28} Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 17.

[40]{cke_protected_30} Age, s. 69-70.

[41]{cke_protected_31} Münâzarât, s. 19-20.

[42] Yûsuf Sûresi, 12:37.

[43] Kâfirûn Sûresi, 109:6.

[44] Mesnevî-i Nûriyye, Hubâb, s. 109-112.

[45] Mektûbât, 9. Mektûb, Râbian, s. 34.

[46]{cke_protected_32} Barla Lâhikası, s. 352.

[47] Nisâ Sûresi, 4:59.

[48] Nisâ Sûresi, 4:65.

[49] İslâm Peygamberi, Muhammed Hamidullah.

[50] Mektûbât, 19. Mektûb, 14. İşâret, 4. Misâl, Birincisi, s. 146.

[51] Nûr Sûresi, 24:16.

[52]{cke_protected_33} En‘ám Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer, 39:7; Necm Sûresi, 53:38.

[53] Hucurât Sûresi, 49:10.

[54] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463.

[55] Sözler, 12. Söz, 2. Esâs, s. 132.

[56] A‘râf Sûresi, 7:54.

[57] Lokmân Sûresi, 31:13.

[58] Yûsuf Sûresi, 12:40.

[59] En‘ám Sûresi, 6:115.

[60]{cke_protected_34} Sözler, 25. Söz, 3. Şuá, 2. Cilve, 3. Derece, s. 429.

[61]{cke_protected_35} Târîhçe-i Hayât, s. 54.

[62] Kasas Sûresi, 28:38.

[63] Nâziât Sûresi, 79:21-24-26.

[64] Şuá‘lar, 5.Şuá‘, 2. Makámı ve Mes’eleleri, 5. Mes’ele, s. 460.

[65]{cke_protected_36} Mektûbât, 15. Mektûb, 4. Suâlinizin Meâli, s. 56-57.

[66]{cke_protected_37} Mektûbât, 15. Mektûb, 4. Suâlinizin Meâli, s. 58.

[67] Hutbe-i Şâmiyye, s. 75-79.

[68] Nûr Sûresi, 24:19.

[69] Nisâ Sûresi, 4:148.

[70] Emirdağ Lâhikası, s. 529.

[71]{cke_protected_38} Riyâzü’s-Sálihin, c. 1, s. 203.

Kütüphanemiz

Sitemizde bulunan yayınları online ücretsiz okuyabilirsiniz.

KİTAP DUYURULARI

Beklenen kitap Besmele çıktı!

Beklenen kitap Besmele çıktı!

Birinci Söz'ün şerh ve izahı Besmele nasıl bir hazinedir?Bütün Kur'an'ı nasıl içinde tutar?

Camiye, kurs binasına zekât mı?

Camiye, kurs binasına zekât mı?

Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin, yüz yılı aşkın bir zaman önce “Münâzarât” isimli eserinde, öne ...

Kur’ân’la aramıza perde girmiş!

Kur’ân’la aramıza perde girmiş!

“İşârâtü’l-İ‘câz” adlı eserinde Bakara Sûresi’nin 27. âyetini tefsîr eden Bediüzzaman Saîd Nursî Haz ...

;