Kütüphanemiz

Sitemizde bulunan yayınları online ücretsiz okuyabilirsiniz.

İptal
Filtreler
Göre Sırala

MAKALE DETAY

Risâle-i Nûr okuyan herkes ehl-i necât ve ehl-i Cennet midir?

Risâle-i Nûr okuyan herkes ehl-i necât ve ehl-i Cennet midir?

Ma‘lûm zındıka komitesinin fâsid te’vîllerle te’vîl ettikleri bir mes’ele de, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin gelecek mektûbunda îzáh ettiği “dost, kardeş ve talebe” mes’elesidir. O komite, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin bu mektûbunda zikrettiği şartları göz ardı ederek ve bu şartları hâiz kimselere mahsús olan müjdeleri umûma teşmîl ederek diyorlar ki: “Risâle-i Nûr talebeleri ehl-i necât ve ehl-i Cennet’tir. Hattâ, dost bile olsa, velev bu dersleri bir def‘a dinlese, îmân ve ameli sağlam olsun olmasın o kimse kurtulur.” Şimdi cümleleri sû-i isti‘mâl edilen Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin mektûbunu şerh ve îzáh edeceğiz: 

METİN

ONUNCU MES’ELE

[Ziyâretçilere áid ba‘zı dostlar tarafından ihtár ile, bir düstûr îzáh edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır.]

Ma‘lûm olsun ki: Bizi ziyâret eden, ya hayât-ı dünyeviyye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veyâ hayât-ı uhreviyye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: 

Ya şahsımı mübârek ve makám sáhibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü, ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. 

İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, ale’r-re’si ve’l-ayn kabûl ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur. 

ŞERH VE ÎZÁH:

            Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, bu taksîmâtı gelecek hadîs-i şerîfe göre yapmıştır: 

Ya álim ol! Veyâ müteallim ol! Veyâ müstemi‘ ol! Veyâ muhibb ol! Sakın beşinci olma! Helâk olursun.[1] 

Bu hadîs-i şerîfte geçen “álim” den murâd; fukahânın ta‘rîf ettiği álimdir. Ya‘nî,  ulûm-i şer‘ıyye olan tefsîr, hadîs, fıkıh ve akídeyi bilen kimsedir. 

Müteallim”den murâd; ulûm-i şer‘ıyye olan tefsîr, hadîs, fıkıh ve akídeyi tahsíl eden kimsedir. 

Müstemi‘”den murâd; tefsîr, hadîs, fıkıh ve akíde denilen şer‘í ilimleri dinleyen kimsedir. Ya‘nî, ehl-i ilmin meclisinde bulunup onları dinleyen ve onların ilminden istifâde eden kimsedir. 

Muhibb”den murâd; şer‘í ilimleri bilen, tahsíl eden ve dinleyen kimseleri seven kimsedir. 

Beşinci”den murâd ise; ehl-i ilme adâvet ve buğzeden câhil kimsedir. 

Bu îzáha göre, hadîsin ma‘nâsı şöyle olur: 

Ya şer‘í ilimleri bilen ol! Veyâ şer‘í ilimleri tahsíl eden ol! Veyâ şer‘í ilimleri dinleyen ol! Veyâ şer‘í ilimleri bilen, tahsíl eden ve dinleyen kimseleri seven ol! Sakın beşinci, ya‘nî ehl-i ilme adâvet ve buğzeden câhil kimse olma! Helâk olursun. 

İşte, Üstâd Hazretleri, mezkûr mektûbunu bu hadîs-i şerîf üzerine binâ etmiştir. Şöyle ki: 

Hadîs-i şerîfde geçen “álim”den murâd; Kur’ân dellâlı olması hasebiyle kendisidir. Bedîuzzamân Hazretleri, hadîsde geçen “müteallim” ta‘bîri yerinde “talebe” ta‘bîrini kullanmış. “Müstemi‘” ta‘bîri yerinde “kardeş” ta‘bîrini, “muhibb” ta‘bîri yerinde ise “dost” ta‘bîrini kullanmıştır. 

Üstâd Hazretlerinin bu mektûbda zikrettiği mes’ele, Risâle-i Nûr mesleğine mahsús bir hüküm değildir. Belki, Bedîuzzamân Hazretleri, Kur’ân’ın dellâlı olması hasebiyle, sırr-ı verâset-i nübüvvetle mezkûr hadîsin hükmünü böylece ifâde etmiştir. 

Üstâd Hazretleri, bu mektûbda geçen “Biz” ta‘bîriyle, sırr-ı verâset-i nübüvvetle Kur’ân dellâlığını kasdediyor, beşerî şahsıyyetini kasdetmiyor. Zâten beşerî şahsıyyeti bu mes’elede mevzú‘ bahis değildir. Üstâd Hazretleri burada beşerî şahsıyyetini ortadan kaldırdığına göre, bu mektûbta beyân edilen asıl mes’elenin, mezkûr hadîs-i Nebevînin hükmünü ifâde etmek olduğu záhirdir. 

 (Dostun hássası ve şartı budur ki: Kat‘ıyyen, Sözler’e) hakáik-ı îmâniyyeye (ve envâr-ı Kur’âniyyeye dâir olan hizmetimize ciddî tarafdâr olsun;) ya‘nî Hazret-i Peygamber (asm)’ın getirdiği bütün ahkâma ve zarûriyyât-ı dîniyyeye îmân etsin ve o ahkâmın icrâ ve tatbîkıne tarafdâr olsun. (Ve haksızlığa) -“hak”, Kur’ân ve hadîstir ve bu iki kaynağı îzáh eden İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı Fukahâdır. “Haksızlık” ise; Kur’ân ve hadîsi ve bu iki kaynaktan çıkan İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı Fukahâyı kabûl etmemek ve onlara muhálefet etmektir- (ve bid‘alara) -bu cümlede geçen “bid‘a” ta‘bîrinden murâd; edille-i şer‘ıyye denilen Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâdan çıkan şeáir-i İslâmiyyenin yerine ikáme edilen bugünkü ilmî, amelî ve edebî felsefedir- (ve dalâlete) te’vîlât-ı fâside ile Kur’ân ve hadîsi te’vîl edenlerin bâtıl efkârına (kalben tarafdâr olmasın, kendine de istifâdeye çalışsın.) Elden geldiği kadar hakáik-ı îmâniyyeden ve envâr-ı Kur’âniyyeden istifâde etmeye gayret sarf etsin. 

Görüldüğü gibi; Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olan kendisine ve beyân ettiği Risâle-i Nûr nâmı altındaki hakáik-ı îmâniyye ve envâr-ı Kur’âniyyeye dost olabilmek için, beş şartın mevcûd olması gerektiğini bildiriyor. Bu şartlar: 

1) Hazret-i Peygamber (asm)’ın getirdiği bütün ahkâma ve zarûriyyât-ı dîniyyeye îmân etmek ve o ahkâmın icrâ ve tatbîkıne tarafdâr olmak. 

2) Haksızlığa kalben tarafdâr olmamak. Ya‘nî, kendisi bi’z-zât Kur’ân ve hadîsi ve bu iki kaynaktan çıkan İcmâ-ı Ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izámın icmâı) ve Kıyâs-ı Fukahâyı kabûl edecek. Edille-i şer‘ıyyeyi kabûl etmeyen ve muhálefet edenlere de tarafdâr olmayacaktır. 

3) Bid‘alara, ya‘nî edille-i şer‘ıyye denilen Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâdan çıkan şeáir-i İslâmiyyeyenin yerine ikáme edilen bugünkü ilmî, amelî ve edebî felsefeye kalben tarafdâr olmamak. 

4) Dalâlete, ya‘nî te’vîlât-ı fâside ile Kur’ân ve hadîsi te’vîl edenlerin bâtıl efkârına kalben tarafdâr olmamak. 

5) Hakáik-ı îmâniyye ve envâr-ı Kur’âniyyeyi ders veren Risâle-i Nûr eserlerinden elden geldiği kadar istifâde etmeye gayret sarf etmektir. 

O hâlde, ancak mezkûr şartları hâiz olanlar, dost unvânını alabilirler. 

(Kardeşin hássası ve şartı şudur ki:) Dost olabilmek için zikredilen şartlarla berâber, (hakíkí olarak), ya‘nî záhirî ve sun’í bir şekilde değil, nâm ve şöhret için değil, belki Risâle-i Nûr’da geçen hakáikı gerçek ma‘nâda meleke hâline getirerek, anlayarak okur, tarafdâr olarak kabûl eder ve o hakáikı başkalarına da anlatır. (Sözler’in) hakáik-ı Kur’âniyyenin (neşrine ciddî çalışmakla berâber,) ya‘nî ciddî ma‘nâda Kur’ân hizmetinde bulunur. Ya‘nî, Kur’ân’ın hem lafzını hem ma‘nâsını, ehâdîs-i Nebeviyyenin hem lafzını hem ma‘nâsını öğrenir,  Risâle-i Nûr’u da hakáik-ı îmâniyye cihetinde Kur’ân ve hadîsin bir tefsîri niyyetiyle okur, okutturur, ders verir. Kısaca, bu hizmet-i Kur’âniyyeye hem tarafdârdır, hem de ciddî olarak hakáik-ı îmâniyye ve envâr-ı Kur’âniyyeye çalışır. Bununla berâber, (beş farz namâzını edâ etmek, ) namâzlarını kazáya bırakmamak (yedi kebâiri işlememektir.) Kebâir çoktur. Hattâ, bir kısım ulemâ-i İslâm kebâirin yetmiş küsûr olduğunu beyân etmişlerdir. Mûbikát-ı seb‘a denilen insânı dünyâ ve âhirette helâka götüren ekberü’l-kebâir ise yedidir. Üstâd Hazretleri bu yedi kebâiri “Barla Lâhikası”nda şöyle îzáh etmektedir: 

Hem mektûbunuzda ‘yedi kebâir’i soruyorsunuz. Kebâir çoktur, fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikát-ı seb‘a tabîr edilen günâhlar yedidir: ‘Katl, zinâ, şarab, ukúk-ı vâlideyn (ya‘nî, kat‘-ı sılâ-yı rahm), kumar, yalancı şehâdetlik, dîne zarar verecek bid‘alara tarafdâr olmaktır.’ {cke_protected_1}[2] 

İmâm Zehebî ise, “el-Kebâir” adlı eserinde büyük günâhları şöyle tesbît etmiştir: 

KEBÂİR (BÜYÜK GÜNÂHLAR) 

1. Elláh’a (zâtında veyâ sıfâtında veyâ esmâsında veyâ ef‘álinde) ortak koşmak.

2. Haksız yere mü’min bir nefsi öldürmek.

3. Sihir ve büyü yapmak.

4. Farz olan namâzı tamâmen terk etmek veyâ vaktinden çıkarmak. Özürsüz cemâatı terk etmek.

5. Zekâtı vermemek.

6. Özürsüz Ramazán’da oruç tutmamak.

7. Gücü yettiği hâlde hacc etmemek.

8. Anaya babaya eziyyet etmek, karşı gelmek.

9. Akrabâ ile (yakınlarla) ilgisini kesmek.

10. Zinâ yapmak.

11. Livâta yapmak.

12. Fâiz alıp vermek.

13. Yetîmin malını haksız yere yemek, ona zulmetmek.

14. Elláh ve Resûlü nâmına yalan söylemek. Ya‘nî, Elláh ve Resûlünün söylemediği sözleri onlara isnâd etmek.

15. Düşmânla savaşırken cebheden kaçmak.

16. Devlet başkanının ve idârecilerin halkı aldatması, onlara zulüm etmesi.

17. Kibir, gurûr, ucub, kendini beğenme, başkalarını hór görme.

18. Yalan yere şâhidlik etmek.

19. İçki içmek, içki îmâl etmek, satmak ve nakl etmek vs.

20. Kumar oynamak.

21. İffetli kadınlara iftirâ etmek.

22. Ganîmet malına hıyânet etmek.

23. Hırsızlık yapmak.

24. Yol kesicilik, başkalarının malını gasbetmek.

25. Yemîn-i ğâmusta bulunmak. Ya‘nî, bile bile yalan yere yemîn etmek.

{cke_protected_2}26.  {cke_protected_3}Zulmetmek.

{cke_protected_4}27.  {cke_protected_5}Zulmen vergi almak.

28.  Harâm yemek.

29.  Kendini öldürmek, intihâr.

30.  Yalan söylemek.

31.  Hakkániyyet üzere hüküm vermemek, adâletsizlik etmek.

32.  Hüküm vermek için rüşvet almak.

33.  Kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemeye çalışması.

34.  Deyyûsluk. (Nâmûsunu kıskanmamak)

35. Hulle fiilinde bulunmak (Üç talâkla boşanan bir kadını eski kocasına geri iáde etmek için geçici nikâhta bulunmak).

{cke_protected_6}36.  {cke_protected_7}İdrârdan korunmamak, temizlenmemek.

{cke_protected_8}37.  {cke_protected_9}Amelinde riyâda bulunmak,

{cke_protected_10}38.  {cke_protected_11}Dînî ilimleri dünyâlık için öğrenmek ve bildiği ilmi halka anlatmayıp saklamak.

{cke_protected_12}39.  {cke_protected_13}Háinlik etmek. Kendisine tevdi‘ edilen emânetlerde hıyânette bulunmak.

{cke_protected_14}40.  {cke_protected_15}Yaptığı iyiliği başa kakmak, minnet etmek.

41. Kadere inanmamak. (Kaderi inkâr etmediği hâlde, ehl-i İ’tizâl gibi fâsid te’vîl ile te’vîl etmek.)

{cke_protected_16}42.  {cke_protected_17}İnsânların gizli hâllerini (ayıp ve günâhlarını) araştırmak.

{cke_protected_18}43.  {cke_protected_19}Koğuculuk, nemmâmlık, söz taşımak.

44.  La‘net etmek, belâ okumak.

45.  Ahde vefâsızlık ve başkalarını kandırmak.

46.  Büyücüyü ve müneccimi (yıldızlar ilmiyle meşgúl olanı) tasdîk etmek.

47.  Kadının kocasına karşı táatta bulunmayıp nâşize olması.

48.  Resim, heykel ve fotoğraf yapmak, yaptırmak ve bulundurmak.

49.  Ölü için feryâd etmek, yaka yırtmak, saç yolmak.

50.  Bâğílik etmek (Şer‘í devlete baş kaldırmak).

51.  Zayıflara, kölelere, kadınlara ve hayvânlara eziyyet etmek.

52.  Komşuya ezâ vermek ve onu üzmek.

53.  Müslümânlara ezâ vermek ve onları üzmek.

54. Kendilerini Elláh’ın ibâdetine vermiş kimselere ezâ etmek ve onlara karşı dil uzatmak.

{cke_protected_20}55.  {cke_protected_21}Elbiseleri gösteriş için yerlerde sürünecek şekilde uzatmak.

56.  Erkeklerin ipek elbise giyinmeleri ve altın kullanmaları.

57.  Kölenin efendisinden kaçması.

58.  Elláh’dan başkası adına hayvân kesmek.

59.  Bile bile babası olmayan adam için “Babamdır” diye iddiá etmek.

60. Hakkı isbât etmek için değil de hasmını ilzâm için nefsânî mücâdele ve münâkaşada bulunmak.

{cke_protected_22}61.  {cke_protected_23}Sáhib olduğu suyun fazlasını başkasına vermekten imtinâ‘ etmek.

62.  Ölçü ve tartıda hîle yapmak.

63. Elláh’ın mekrinden emîn olmak. (“Elláh bana azâb etmez ve bana belâ vermez, ben kurtulmuşum” akídesini taşımak.)

{cke_protected_24}64.  {cke_protected_25}Elláh’ın rahmetinden ümîd kesmek.

65.  Cemâate gitmeyip özürsüz olarak yalnız namâz kılmak.

66.  Cum‘a namâzını ma‘zeretsiz terk etmekte ısrâr etmek.

67.  Vârislere zarar verecek bir vasıyyette bulunmak.

68.  Hîle ve hud‘a yapmak (Başkalarını aldatmak).

69.  Müslümânların aleyhinde câsûsluk yapmak.

70.  Ashâb-ı kirâmdan birine dil uzatmak.[3] 

Demek, kardeş olabilmek için, dost için zikredilen mezkûr beş şartla berâber ayrıca gelecek üç şartı da yerine getirmek gerekmektedir: 

1) Hakíkí olarak hakáik-ı Kur’âniyyenin neşrine ciddî çalışmak. Ya‘nî, dînin temel kaynağı olan Kur’ân ve hadîsin lafızlarını ve ma‘nâlarını öğrenip, Risâle-i Nûr’u da hakáik-ı îmâniyye cihetinde Kur’ân ve hadîsin bir tefsîri niyyetiyle okumak, anlamak, kabûl edip tarafdâr olmak ve başkalarına da ders vermektir. 

2) Beş vakit namâzını ta‘dîl-i erkâna riáyet ederek, elden geldiğince câmi ve cemâate devâm ederek, vaktinde, devâmlı bir súrette kılmak, namâzın âhirindeki tesbîhâtı yapmaktır. Namâzlarını kazáya bırakmamaktır. 

3) Yedi kebâiri işlememektir. 

O hâlde, ancak mezkûr şartları hâiz olanlar, kardeş unvânını alabilirler.

(Talebeliğin hássası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip sáhib çıksın.) Talebe, Kur’ân-ı Hakîm’in elfâzını, ma‘nâsını ve hakíkatını ve envâr-ı Kur’âniyyeyi aynen Üstâd gibi feyz nev‘ınden bütün rûhuyla alıp verir. Ya‘nî, Üstâd Hazretleri, o dersi hangi makámdan almış, anlamış ve ders vermişse; o da aynı dersi aynı makámdan alıp, anlayıp sanki kendisi te’lîf etmiş gibi insânlara ders verir. Meselâ; “Âyetü’l-Kübrâ” risâlesindeki seyâhati, kalb ve rûhunda hisseder. “Otuzuncu Lem‘a”nın mevzúu olan altı ism-i İlâhînin álemdeki tecellîsini o Risâlede ders verildiği şekilde müşâhede edip zevk eder. Ya‘nî, Risâle-i Nûr eserlerine, yeni te’lîf etmiş kendi eseri gibi sáhib çıkar. Yoksa, Risâle-i Nûr’daki cümlelerin sâdece lafızlarını ezberlemek değil, ihtivâ ettiği ma‘nâyı kalben ve rûhen anlayıp hissetmek ve derk edip zevk etmek lâzımdır.

Risâle-i Nûr’un talebeleri, dellâl-ı Kur’ân olan Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerine ma‘nevî ve ilmî cihette vâris olan, ve hakáik-ı îmâniyye ve esâsât-ı İslâmiyyeyi insânlara teblîğ etmekle vazífedâr olan eşhásdır. Bu eşhás, záhirî ilimleri elde ettikten sonra bâtınî ilimleri de elde etmek súretiyle Risâle-i Nûr vâsıtasıyla hakíkate geçen kimselerdir. Bu zevât-ı áliyye, Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr’un irşâdâtıyla tekâmül edip -“Âyetü’l Kübrâ Risâlesi”nde beyân edildiği tarzda- hakíkatü’l-hakáika geçen ve o hakáikın hakíkí zevkıni tadan başta Hacı Hulûsí Bey olmak üzere Hoca Sabri, Mehmed Feyzi, Hâfız Ali, Hasan Feyzi, Husrev gibi erkân ve esâslardır. Bunlar, Üstâd Bedîuzzamân (ra)’ın irşâdıyla tasfiye-i zihin eden, ve ilm-i záhir ile ilm-i bâtını mezc eden kimselerdir. Bunların içinde dâimâ birinciliği muhâfaza eden Hacı Hulûsí Bey hakkında Üstâd Hazretleri şöyle buyurmaktadır: 

Cemâata ‘Sözler’i okumak zamânında, sendeki hissiyyât-ı áliyye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hamiyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki: Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makám-ı teblîğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’ân Saíd’in vekîli, belki ma‘nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.[4] 

Sizin gibi hakíkata yetişmiş ve hakíkattaki hakíkí tesellî ve esâslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı îmâniyyenin ve esrâr-ı Kur’âniyyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytánların desâisle tehâcümünden neş’et eden müşkilât ve gam ve kedere karşı sabır ve metânet et ve hüzün ve merâk etme demeye ihtiyâc hissetmem.[5] 

 (Ve en mühim vazífe-i hayâtiyyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.) Ya‘nî, talebenin, “Elláh, beni bu nev‘í hakáik-ı îmâniyyeyi ve envâr-ı Kur’âniyyeyi anlayıp başkalarına anlatmak için yaratmış. Ben, bu dürûs-i Kur’âniyyenin hádimiyim. Okurum, okuttururum, ders veririm, neşrederim” diye inanması lâzımdır. Fakat, o hakáikı neşrederken Üstâd Hazretlerinin aynı makámından dersini alır, hakka’l-yakín derecede îmânı inkişâf eder. 

Demek, talebe olabilmek için, dost ve kardeş için zikredilen şartları hâiz olmakla berâber, ayrıca gelecek şartları da yerine getirmek gerekir: 

1) Risâle-i Nûr eserlerine kendi malı ve te’lîfi gibi sáhib çıkmak. Ya‘nî, Üstâd Hazretleri hangi makámdan o dersi alıp vermiş ise, o da aynı makámdan aynı dersi alıp kendi te’lîfi imiş gibi başkalarına ders vermek. 

2) En mühim vazífe-i hayâtını bu Kur’ânî hakíkatlerin neşir ve hizmeti bilmek. Bu vazífeyi hayâtının son ânına kadar en mükemmel bir tarzda îfâ eden Hacı Hulûsí Bey bu konuda şöyle buyuruyor: 

Sevgili Üstâdım! Evvelce arz ettiğim vechîle ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstâdım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazífe-i me’mûre-i ma‘neviyyesini îfâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesâbına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibârettir.{cke_protected_26}[6] 

Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-i ekber olan nefsin hîlesinden ve cin ve ins ve şeytánların mekrinden emîn olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyâna çekilse veyâ çekilmek istese ve Álem-i İnsân ve Álem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye fâidesi olmayacak bir zamân olsa; ben dîn kardeşlerime bu nûrlu hakíkatleri iblâğ edeyim de Elláhu Zü’l-celâl nasıl şe’n-i Ulûhiyyetine yaraşırsa öyle muámele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat-ı nazar etmeyi yine o zamânlarda çok fâideli görüyordum.{cke_protected_27}[7] 

 (İşte, şu üç tabaka benim üç şahsıyyetimle alâkadârdır. Dost, benim şahsí ve zâtî şahsıyyetimle münâsebetdâr olur.) Bedîuzzamân Hazretleri bu cümlesinde Kur’ân’ın dellâllığına áid olan şahsıyyetini kasdediyor. Yoksa, beşerî ve nesebî şahsıyyetini murâd etmiyor. Meâlen, “Dost, Kur’ân şâkirdi olmam hasebiyle benimle alâkadârdır” diyor. Çünkü, hayât-ı dünyeviyye için gelenleri veyâ şahsını mübârek ve makám sáhibi zannedip ziyâretine gidenleri, mektûbun başında geçen, “Ma‘lûm olsun ki: Bizi ziyâret eden, ya hayât-ı dünyeviyye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veyâ hayât-ı uhrevîyye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübârek ve makám sáhibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü, ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş cümleleriyle reddetti. 

 (Kardeş, abdiyyetim ve ubûdiyyet noktasındaki şahsıyyetimle alâkadâr olur.) Ya‘nî, Üstâd Hazretlerinin uhrevî kazancına ortak olur. (Talebe ise, Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazífesindeki şahsıyyetimle münâsebetdârdır.) Ya‘nî, ben  sırr-ı verâset-i nübüvvetle hangi makámda dersimi almışsam, o da sırr-ı verâsetle aynı makáma girip aynı dersi alır. 

Demek, Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin üç şahsıyyeti mevcûddur: 

Birincisi: Kur’ân’a áid bir şahsıyyeti var ki, o da Kur’ân hazînesinin dellâllığını yapmaktır. Talebe, Üstâdın bu şahsıyyetiyle alâkadârdır. Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretlerine ma‘nevî ve ilmî cihette vâris olur ve sırr-ı verâset-i nübüvvetle hakáik-ı îmâniyye ve esâsât-ı İslâmiyyeyi insânlara teblîğ etmekle vazífedârdır.

 

İkincisi: Ubûdiyyet vaktindeki şahsıyyetidir. Kardeş, Üstâdın bu şahsıyyetiyle alâkadârdır. Ubûdiyyet cihetinde Üstâd Hazretlerine vâris olur. Ya‘nî, aynen Üstâd gibi ibâdet eder. 

Üçüncüsü: Hakíkí ve zâtî şahsıyyetidir. Dost, Üstâdın bu şahsıyyetiyle alâkadârdır. Ya‘nî, álimlik sıfatıyla Üstâd Hazretlerine bağlıdır, ilim sıfatıyla onu sever. Ubûdiyyet cihetiyle Üstâd hazretlerine vâris olamadığı gibi; ma‘nevî ve ilmî cihette Üstâd Hazretlerine vâris olamaz, sırr-ı verâset-i nübüvvetle teblîğ makámına giremez. 

Üstâd Hazretleri bu üç şahsıyyetini, 26. Mektûb’un İkinci Mebhas’ında şöyle îzáh etmektedir: 

İKİNCİ MEBHAS 

[Şu Mebhas, bana dâimî hizmet edenlerin, ahlâkımda gördükleri acîb ihtilâftan gelen hayretlerine karşı; hem iki talebemin benim hakkımda haddimden fazla hüsn-i zanlarını ta‘dîl etmek için yazılmıştır.] 

Ben görüyorum ki: Kur’ân-ı Hakîm’in hakáikına áid ba‘zı kemâlât, o hakáika dellâllık eden vâsıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü, me’hazın kudsiyyeti, çok bürhânlar kuvvetinde te’sîrât gösteriyor; onun ile, ahkâmı umûma kabûl ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekîl gölge etse, ya‘nî onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyyetin te’sîri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakíkatı beyân edeceğim. Şöyle ki: 

Bir insânın müteaddid şahsıyyeti olabilir. O şahsıyyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ: Büyük bir me’mûrun, me’mûriyyet makámında bulunduğu vakit bir şahsıyyeti var ki; vakar iktizá ediyor, makámın izzetini muhâfaza edecek etvâr istiyor. Meselâ: Her ziyâretçi için tevâzu‘ göstermek tezellüldür, makámı tenzîldir. Fakat, kendi hánesindeki şahsıyyeti, makámın aksiyle ba‘zı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevâzu‘ etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hâkezâ... 

Demek, bir insânın, vazífesi i‘tibâriyle bir şahsıyyeti bulunur ki, hakíkí şahsıyyeti ile çok noktalarda muhálif düşer. Eğer o vazife sáhibi, o vazífeye hakíkí lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsıyyeti biribirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer, bir müşîr makámında oturtulsa, o iki şahsıyyet biribirinden uzak düşer; o neferin şahsí, ádî, küçük hasletleri; makámın iktizá ettiği álî, yüksek ahlâk ile kábil-i te’lîf olamıyor. 

İşte, bu bî-çâre kardeşinizde üç şahsıyyet var. Biribirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. 

Birincisi: Kur’ân-ı Hakîm’in hazîne-i álîsinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ân’a áid bir şahsıyyetim var. O dellâllığın iktizá ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil, ben sáhib değilim. Belki, o makámın ve o vazífenin iktizá ettiği seciyyelerdir. Bende bu nev‘den ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız, o makámındır. 

İkinci şahsıyyet: Ubûdiyyet vaktinde dergâh-ı İlâhiyyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk’ın ihsânıyla bir şahsıyyet veriliyor ki, o şahsıyyet ba‘zı âsârı gösteriyor. O âsâr, ma‘nâ-yı ubûdiyyetin esâsı olan: ‘Kusúrunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyyeye ilticâ etmek’ noktalarından geliyor ki; o şahsıyyetle, kendimi herkesten ziyâde bedbaht, áciz, fakír ve kusúrlu görüyorum. Bütün dünyâ beni medh ü senâ etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sáhib-i kemâlim. 

Üçüncüsü: Hakíkí şahsıyyetim, ya‘nî Eski Saíd’in bozması bir şahsıyyetim var ki; o da Eski Saíd’den irsiyyet kalma ba‘zı damarlardır. Ba‘zan riyâya, hubb-i câha bir arzû bulunuyor. Hem asîl bir hánedândan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisád ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor. 

Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsıyyetimin gizli çok fenâlıklarını ve sû-i hâllerini söylemeyeceğim. 

İşte kardeşlerim, ben müstaid ve makám sáhibi olmadığım için, şu şahsıyyetim, dellâllık ve ubûdiyyet vazífelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır. Hem, 

دَادِحَقْرَا قَابِلِيَّتْ شَرْط نيسْتْ kaidesince, Cenâb-ı Hak merhametkârâne kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en ednâ bir nefer gibi bu şahsıyyetimi, en a‘lâ bir makám-ı müşîriyyet hükmünde olan hizmet-i esrâr-ı Kur’âniyyede istihdâm ediyor. Yüz binler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazífe cümleden a‘lâ.[8] 

 (Şu görüşmenin de üç meyvesi var:

Birincisi: Dellâllık i‘tibâriyle mücevherât-ı Kur’âniyyeyi benden veyâ Sözler’den ders almak. Velev bir ders de olsa.) 

Bütün ahkâm-ı Kur’âniyyeye îmân edip tasdîk etmekle “mü’min” unvânını alan ve o ahkâmın icrâ ve tatbîkıne tarafdâr olup haksızlığa, bid‘atlara ve dalâlete tarafdâr olmamakla “Müslümân” unvânına kesb-i istihkák eden ve elden geldiği kadar Risâle-i Nûr derslerinden istifâdeye çalışan, velev bu şartları hâiz olmakla berâber bir ders-i Kur’ânîyi dinleyen bir dost, bu dostluğu sebebiyle Cehennem’de ebedî kalmaz. Günâhları sebebiyle Cehennem’e müstehak olsa da, cezâsını çektikten sonra Cehennem’den çıkıp Cennet’e gidecektir demektir. Yoksa, kayıtsız şartsız Risâle-i Nûr’dan bir dersi dinleyen kurtulur, hemen Cennet’e girer demek değildir. Böyle fâsid bir te’vîl, ancak o ma‘lûm zındıka komitesinin işi olabilir. Ahkâm-ı Kur’âniyyeyi tasdîk etmeyen veyâ tasdîk ettiği hâlde ahkâm-ı İlâhiyyenin icrâ ve tatbîkıne tarafdâr olmayan, haksızlığa, bid‘alara ve dalâlete tarafdâr olan, ehl-i îmân değildir. Ehl-i îmân olmayan biri, nasıl ehl-i necât ve ehl-i Cennet olabilir? Üstâd Hazretleri, mezkûr şartları yerine getiren bir dostun Cehennem’de ebedî kalmayacağını müjde veriyor. Dikkat edilirse, dost için beş farz namâzını edâ etmek, yedi kebâiri işlememek şartını koşmuyor. Demek, dost, ferâizi hakkıyla işlemeyen, kebâirden sakınmayan kimsedir. Böyle olunca, ister istemez cezâya müstehak olur. Eğer Cenâb-ı Hak kıyâmet gününde ihsân-ı İlâhî olarak onu affetmezse, cezâsını çekmek için mutlaka Cehennem’e girer. Ancak, îmânı sebebiyle Cehennem’de ebedî kalmaz. Nitekim, Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: 

Her kim Elláh’dan başka ilâh olmadığına, O’nun şerîki bulunmadığına ve Hazret-i Muhammed (asm) Elláh’ın Resûlü ve kulu olduğuna şâhidlik ederse, Elláh (cc) onu Cennet’e koyar.[9] 

İhlâsla لَا اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ diyen hîç bir kimse yoktur ki, Elláh onu Cehennem ateşine harâm kılmasın.[10] 

Bu hadîslerin ma‘nâsı şudur ki:

لَا اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ diyen bir kimse, Cehennem’de ebedî kalmaz. Eğer günâhlarının cezâsı varsa, Cehennem’de bu cezâsını çektikten sonra Cennet’e gider. Îmânından dolayı Cehennem’de ebedî kalmaz demektir. Aynen öyle de; ahkâm-ı İlâhiyyeyi tasdîk eden, o ahkâmın icrâ ve tatbîkıne ve sünnetin her nev‘ıne tarafdâr olan, haksızlığa, bid‘alara ve dalâlete tarafdâr olmayan ve Risâle-i Nûr’u, Kur’ân ve hadîsden sonra en mühim bir hüccet-i îmâniyye kabûl edip istifâde eden, velev bir ders-i Kur’ânîyi Üstâd’dan ders alan bir dost, Cehennem’de ebedî kalmaz. Eğer cezâsı varsa, Cehennem’de o cezâsını çeker, daha sonra Cennet’e gider demektir. 

Bu konuda Ehl-i Sünnetin inancı şöyledir: 

Cennet’e girebilmek için iki şey esâstır:

Birincisi: Îmândır. Üstâd Bedîuzzamân Hazretleri, Arabî “İşârâtü’l-İ‘câz” tefsîrinde îmânı şöyle ta‘rîf etmiştir:

Îmân, Resûl-i Ekrem (asm)’in getirdiği bütün zarûriyyât-ı dîniyyeyi tafsílen ve zarûriyyâtın gayrisini ise icmâlen tasdîk etmekle hâsıl olan bir nûrdur.[11] 

İkincisi: İslâmdır. İslâm ise; Kur’ân’da ve Sünnet’te geçen ferd ve devlet ile alâkalı ahkâm-ı İlâhiyyeye inanmak; o ahkâmın bâ-husús şeáir-i İslâmiyyenin tatbîk ve icrâsına kalben tarafdâr olmak; dîne muhálif bid‘alara ise tarafdâr olmamaktır.

Kişi, bu iki temel esâsı, ya‘nî îmân ve İslâm’ı elde etmeden ehl-i necât ve ehl-i Cennet olamaz; ebedî Cehennem’de kalır. 

Cennet’e cezâsız girebilmek için ise dört şey esâstır: 

Birincisi: Îmân. 

İkincisi: İslâm. 

Üçüncüsü: Amel-i sálih. Üstâd Bedîuzzamân Hazretlerinin ta‘rîfine göre amel-i sálih: 

Emir dâiresinde hareket ve hayrât kazanmaktır.[12] 

Maddî ve ma‘nevî hukúk-ı ibâda tecâvüz etmemekle, hukúkulláhı da bi-hakkın îfâ etmekten ibârettir.[13] 

Dördüncüsü: Takvâ’dır. Takvâ ise Bedîuzzamân Hazretlerinin ta‘rîfiyle; 

Menhiyyâttan ve günâhlardan ictinâb etmektir.[14] 

O hâlde, amel-i sálihi ve takvâyı esâs tutanlar Cennet’e giderler. Amel-i sálih ve takvâya tam riáyet etmeyenler ise; 

a) Eğer hayırları şerlerine galebe ederse veyâ hayırları ile şerleri biribirine denk ise Cennet’e giderler. 

b) Günâhları işleyip daha ölmeden ciddî pişmânlık duyarak tevbe ederek Elláh’dan affını isteyen bir kimseyi Elláhu Teálâ affeder. Hukúkulláh, tevbe ile silinir. Hukúku’l-ibâd ise, sáhibi affetmediği müddetçe cezâyı müstelzimdir. 

c) Tevbe etmeden vefât eden bir mü’minin eğer şerleri hayırlarına galebe ederse; bu kimsenin asıl hakkı cezâ çekmektir. Cezâsını çektikten sonra Cennet’e gider. Bununla berâber, ba‘zan Cenâb-ı Hak, o kimseyi rahmetiyle affeder. Ba‘zan da olur ki, Cenâb-ı Hak, o kimsenin rızá-yı İlâhî’yi gözeterek işlediği hayırlı bir amelinden râzı olur. O hayırlı amel sebebiyle o kimseyi affeder. Bu iki hâl, ihsân-ı İlâhî’dir. Asıl değildir. Bu durumda asıl olan, günâhlarının cezâsını çektikten sonra Cennet’e girmesi ve ebedî Cehennem’de kalmamasıdır. 

 (İkincisi: İbâdet i‘tibâriyle uhrevî kazancıma hissedâr olur.) Ferâizi işleyen ve yedi kebâirden ictinâb etmekle “kardeş” unvânını alan bu kimse, Üstâd Hazretlerinin uhrevî kazancına hissedâr olur. Ubûdiyyet cihetinde Üstâd Hazretlerine vâris olur, aynen onun gibi ibâdet etmeye muvaffak olur. Bu kimse, eğer şerleri hayırlarına galebe çalıp cezâya müstehak olsa, âhirette ebedî azâba giriftâr olmaz. Eğer aff-ı İlâhî’ye mazhar olmazsa, cezâsını çeker, daha sonra Cennet’e gider. 

 (Üçüncüsü: Berâber dergâh-ı İlâhiyyeye müteveccih olup rabt-ı kalb ederek, Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinde el-ele verip, tevfîk ve hidâyet istemek.) Kur’ân’a ve Kur’ân’ın tefsîri olan Risâle-i Nûr’a talebe olan bir kimsenin cezâsız kurtuluşu kaviyyen me’mûldür. Zîrâ, talebenin yaptığı hayırlı bir amel, ba‘zan bir ânda dünyâ kadar olur. 

 (Eğer talebe ise; her sabah mütemâdiyyen ismiyle, ba‘zan hayâliyle dahi yanımda hâzır olur, hissedâr olur.) Hacı Hulûsí Bey gibi. Nitekim, Üstâd Hazretleri bu zât hakkında şöyle diyor: 

Azîz, gayretli, ciddî, hakíkatlı, hális, dirâyetli kardeşim! Bizim gibi hakíkat ve âhiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zamân ve mekân, sohbetlerine ve ünsiyyetlerine bir mâni‘ teşkîl etmez. Biri şarkta biri garbda, biri mâzíde biri müstakbelde, biri dünyâda biri âhirette olsa da berâber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Husúsan bir tek maksad için bir tek vazífede bulunanlar, biribirinin aynı hükmündedirler.[15] 

Günde iki def‘a beni göreceksin’ şuna işârettir ki: ‘Günde iki def‘a seni yanımda hayâlen ihzâr ediyorum. Sen dahi yirmi dört saatte iki def‘a, Sözler vâsıtasıyla Üstâdınızla sohbet ediniz’ demektir. Veyâhúd, sabahdaki duáda ben seni yanıma, akşâmdaki dersde sen beni yanına, ihzâr ederiz. Günde iki def‘a görüşürüz.{cke_protected_28}[16] 

Hulûsí her sabah benim yanımdadır.{cke_protected_29}[17] 

 (Eğer kardeş ise, bir kaç def‘a husúsí ismiyle ve súretiyle duá ve kazancımda hâzır olup hissedâr olur. Sonra umûm ihvânlar içinde dâhıl olup, rahmet-i İlâhiyyeye teslîm ediyorum ki, duá vaktinde “ihvetî ve ihvânî” dediğim vakit onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem, rahmet-i İlâhiyye onları biliyor ve görüyor.

Eğer dost ise ve ferâizi kılar ve kebâiri terk ederse, umûmiyyet-i ihvân i‘tibâriyle duámda dâhıldir.) Dost, eğer ferâizi kılar kebâiri terk ederse, Üstâd Hazretlerinin umûmî duásına dâhıl olur. Eğer ferâize imtisâl ve kebâirden ictinâb etmezse, Üstâd Hazretlerinin umûmî duásında dâhıl olmaz. Demek, dostun, Üstâd Hazretlerinin umûmî duásında dâhıl olabilmesi için ferâizi kılması ve kebâiri terk etmesi şarttır. 

 (Bu üç tabaka dahi, beni ma‘nevî duá ve kazançlarında dâhıl etmek şarttır.) 

(Kaynak: Reddü'l-Evham, s. 617-631)

[1] Keşfü’l-Hafâ, c. 1, s. 134; Beyhekí; Mecmeu’z-Zevâid, c. 1, s. 122.

[2] Barla Lâhikası, s. 337.

[3] İmâm Zehebî, el-Kebâir.

{cke_protected_30}[4]{cke_protected_31} Barla Lâhikası, s. 255.

{cke_protected_32}[5]{cke_protected_33} Barla Lâhikası, s. 263.

[6] Barla Lâhikası, s. 14.

[7] Barla Lâhikası, s. 12.

[8] Mektûbât, 26. Mektûb, s. 362-363.

[9] Buhárî, Sahîh-i Buhárî, Kitâbü’l-İlm, B. 10, Hds. 45; Müslim.

[10] Buhárî, Sahîh-i Buhárî, Kitâbü’l-İlm, B. 50, Hds. 68; Müslim, Sahih-i Müslim, Kitâbü’l-Îmân, B. 10, Hds. 47.

[11] Arabî İşârâtü’l-İ‘câz, s. 63.

{cke_protected_34}[12]{cke_protected_35} Kastamonu Lâhikası, s. 159.

{cke_protected_36}[13]{cke_protected_37} Mesnevî-i Nûriyye, Hubâb, Zeylü’l-Hubâb, s. 105.

[14] Kastamonu Lâhikası, s. 159.

[15] Mektûbât, 23. Mektûb, s. 278.

[16] Barla Lâhikası, s. 377-378.

[17] Barla Lâhikası, s. 391.

Kütüphanemiz

Sitemizde bulunan yayınları online ücretsiz okuyabilirsiniz.

KİTAP DUYURULARI

Beklenen kitap Besmele çıktı!

Beklenen kitap Besmele çıktı!

Birinci Söz'ün şerh ve izahı Besmele nasıl bir hazinedir?Bütün Kur'an'ı nasıl içinde tutar?

Camiye, kurs binasına zekât mı?

Camiye, kurs binasına zekât mı?

Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin, yüz yılı aşkın bir zaman önce “Münâzarât” isimli eserinde, öne ...

Kur’ân’la aramıza perde girmiş!

Kur’ân’la aramıza perde girmiş!

“İşârâtü’l-İ‘câz” adlı eserinde Bakara Sûresi’nin 27. âyetini tefsîr eden Bediüzzaman Saîd Nursî Haz ...

;